Herkes gibi ben de bayram tatilini ailemin yanında geçirdim. Ancak malum bir İzmirli olarak bizler yazlık kültürüyle büyümüş çocuklarız. Yaz ayları girince İzmir merkezden yazlık ilçelere çil yavrusu gibi dağılır; yaz bitince yine şehir yaşantımıza geri döneriz. Ancak bu kültür başka bir yazının konusu. Konuyu dağıtmadan yazıma geri döneyim.
Yaklaşık otuz yıldır ailemin evinin bulunduğu o yazlık sahil kasabalarından birinde geçirdiğim bayram tatilimin son gününde, deniz dönüşü, restore edilerek yenilenmiş o evin bahçesinde denk geldim eski dosta. O evin anlamı da büyük ama, konuyu dağıtmamaya kararlıyım; onu da belki bir ara yazarımJ
Eski dost bütün haşmetiyle etrafı ağaçlarla çevrilmiş çim bahçenin ortasında duruyordu. Ben en çok mavi olanlarını severdim ama genelde kırmızı veya gri metal rengi olanları kullanılıyordu. Evet evet, sizlerin de anladığı gibi çocukluğumuzun o eski dostu tulumba aletinden bahsediyorum (eminim yaşı yetmeyen okur tulumba tatlısı sanmıştır; bu arada bizim yaş da iyice ifşa oldu J).
Çocukluğumda hemen her bahçede bir tulumba vardı. Hatta bahçeye tulumba çaktırmak diye bir deyim hatırlarım. Önce adına “kuyucu” denilen tesisat işinden de anlayan adamlar gelir yer tespiti yaparlar; sonra kazma kürek kazım işine girişirlerdi. Bir süre sonra onların tespit ettikleri yerde bir kuyu açılır; tam olarak sistemini anlamadığım bir tesisat ile bu kuyunun en üzerine de tulumba çakılırdı.
Biz çocukların güç gösterisiydi tulumbadan su çekmek. Kol kuvveti isteyen mekanik bir aletti çünkü. Annelerimizin de bize yemek yedirme tehdit aracı elbette “Bak o yemek bitmezse tulumbadan şu kovayı dolduracak kadar şu çekemezsin ona göre haaa!!”
Sonraları tulumbanın yanına bir de motor kondu; bizim güç gösterileri sona erdi tabii. Zira motor her işi yapıyordu. Bir süre sonra da emektar tulumbalar bahçelerden birer birer eksildi. Derken motorlar da sustu.
Neden mi? Hemen anlatayım.
Eskiler bilir. Hemen her evin “şehir suyu” (eskilerin deyimidir bu) yanında bahçelerinde bir de kuyuları olurdu. Özellikle evin bahçe, yıkama gibi suyun daha fazla israf edildiği işler tulumba tarikiyle kuyudan çekilen suyla yapılır böylece de şehir suyu kullanılmamış; su faturaları kabarmamış olurdu.
Bizim yazlığın olduğu kasabaya şehir suyu çok geç geldi. O yüzden uzun süre tulumbalar ve kuyular bahçelerimizin bir köşesinin baş kahramanları oldular.
Derken gelmez denilen o gün geldi ve kuyulardan su önce kumlu, taşlı çıkmaya sonra hiç su gelmemeye başladı. Tulumbaların yerini alan motorlar su çekmeye çalışırken yandı.
O zamanlar anlamadık bizi bekleyen tehlikeyi. Zaten herkes şehir suyu kullanmaya başlamıştı; kuyunun ve makinenin bakımı pahalıydı. Bir ekonomik yükten kurtulmuş kabul ettik kendimizi.
Oysa tehlike büyüktü ve halen da her geçen gün büyümekte. Hem de bu yaklaşan tehlikenin ne bir aşısı, ne de bir çaresi var. Bu tehlikenin adı mı ne? SUSUZLUK ve tabii bunun en büyük yansıması ya da sonucu olan kuraklık.
Susuzluğun daha doğrusu suyun değerini Etiyopya’ya yaptığım bir gezide fark ettim. 4-5 yaşında çocuklar, BM tarafından dağıtılmış, boyları kadar büyük sarı bidonları sırtlarına takmışlar, kilometrelerce yol yürüyüp su taşıyorlardı. En içimi acıtan görüntü ise, 5-6 tane kadının çıplak elleriyle, tırnaklarıyla bir dere yatağını kazıyarak çıkardıkları suyu çocuklarının sırtlarındaki bidonları doldurmaya çalışma çabalarıydı. Eve ekmek değil; su götürme mücadelesi…
Burada özellikle altının çizilmesi gereken bir bilgi var değerli okur. Su yenilenebilir bir enerji kaynağı değildir! Dolayısıyla sürüdürülebilir bir kaynak da değildir; bir gün bitebilir, bitecektir. Daha açık biçimde belirtmek gerekirse, hani sizin köydeki dere var ya; o kurudu mu artık onun yeniden dere olması mümkün değildir. Bu sebeple su belirli bir politika dahilinde tasarruflu kullanılmalıdır.
Hal böyle iken hangimiz acaba suyun kıymetinin farkındayız? Kaçımız bu sabah yüzümüzü yıkarken ya da dişlerimizi fırçalarken çeşmeyi kapattık? Kaçımız balkonumuzu, bahçemizi su ile yıkamak yerine silerek temizlemeyi tercih ediyoruz?
Bizler kültürel olarak suyu çok önemli bir temizlik aracı olarak görüyoruz. Bu doğrudur elbette ancak suyu daha fazla kullandığınızda hiçbir yer daha temiz olmuyor. Sadece suyu daha fazla israf etmiş; daha fazla derenin, ırmağın kurumasına sebep olmuş oluyoruz.
Kendi adıma boşa akıttığım her su damlasında aklımda iki resim beliriyor. Bir tanesi Etiyopya’da boyundan büyük su bidonlarıyla annelerinin tırnaklarıyla kazıdıkları topraktan çıkardıkları suyu evlerine taşımaya çalışan o küçük çocuklar. Diğeri ise bahçelerimizin baş köşesini terk eden tulumbalar…
İsraf ettiğimiz her su damlasında evine su götürmeye çalışan o küçük çocukların emeği, hakkı olduğunu unutmadan; tulumbadan çıkan gürül gürül suyla ellerini yüzlerini hatta kafalarını ıslatarak serinleme hakkını çocuklarımızın ellerinden almamak için lütfen suyumuzu tasarruflu kullanalım!