Rojda'nın Hikayesi... Tüm Velinimetim Yaşadıklarımdır!

Sanatçı, bestekar Rojda Gazetemiz Genel Yayın Yönetmeni Adnan Deniz'e konuştu...

Röportaj: Adnan Deniz

Fotağraf: Farid Huseynzade

Düzenleme: Ebru Uğraç

Şu ana kadar Türklerde ve Kürtlerde duyduğum en güzel kadın sesidir Rojda! -Yaşar Kemal-

Uzun zaman oldu Rojda’yla görüşmeyeli… Belki de ilk defa görüşüyormuş heyecanıyla birazdan başlayacak keyifli sohbetimizin ana sınırlarını çizerken zihnimizde; Rojda, her zamanki gibi kendinden emin duruşuyla, sanatına ve konuklarına duyduğu saygıyla beliriverdi. Tam da dediği saatte ve dediği yerde. Havanın buz kesen soğukluğunu unutturacak sıcacık sohbetiyle birazdan tarihin sayfalarına adını yeniden sanatın kraliçesi olarak yazdıracak en azından bizden tam not alacaktı…

Rojda’yla konuşmak zor iştir. Tıkanırsınız, yazamazsınız yazmak istediklerinizi. Sanatına ve sözlerine öylesine hâkimdir ki, sizi sizden alır! Zaman öylesine çabuk akar ki onunla konuştuğunuzda neyi ne zaman konuştuğunuzu unutuverirsiniz oracıkta… Sanatın rahmeti olarak üzerinize yağdığından, sohbetin sonuna geldiğinizi “Ax Mın Çı Kır” şarkısının melodisi çaldığında fark edersiniz ancak…

Koma Gulên Xerzan” müzik grubunda abisi “Çiya” ile birlikte 14 yıl müzik yaptıktan sonra kendi müzik çalışmalarını yönetti. Sanatın en kadim alanı olan müziği kendi bireysel çabalarıyla zirveye taşıdı. Yetmedi Rojda’yı yarattı! “Helimcan” eseriyle yıldızı parladı sonrasında ise onlarca beste yazdı.  Müziğe yeni bir soluk getirdi. Bazı kavramların yeniden tartışılmasını sağladı. Müziğin birçok türünde eserler vererek ve onları estetize ederek ayrı bir doku yarattı. “Sebramın” “Hat”, “Kezi”, “Stranen Bjarti”, “Siyam”, “Bazın”, “Per û Bask” solo albümleri ve albüm dışında yaptığı “Ey yârim”, “Şengal”, “Xeribi”, “Bugün Matem Günü”, Gülbahar ve “Denizame” adlı eserleri milyonların gönlünde adeta taht kurdu. Müziğe profesyonel bir boyut kazandıran ve sanatsal üretimlerini kendisinin kurduğu müzik firmasında yoğun olarak sürdüren Rojda’yla keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.

Haydi, başa dönelim madem… Sözün nasıl anlam kazandığına birlikte tanıklık edelim…

Ne sanatsal yaşamı ne de yaşam mücadelesi diğerlerine benzemeyen Rojda’nın gizemli dünyasının derinliklerinde iz sürerken soracağımız ilk soruyu bile netleştirmede güçlük çekiyor, hayatına yön veren birkaç önemli bilgiyi aynı anda hatırımıza getirip sorumuzu şöyle soruyoruz…

Sanat yaşamınız öylesine başarılarla dolu ki nereden başlayacağımızı bilemedik doğrusu… Hükümet Kadın’da seslendirdiğiniz Day Miro’yla mı başlasak, müzik dünyasına merhaba dediğiniz ilk grubunuz “Koma Gulên Xerzan” la mı başlasak yoksa milyonların gönlüne taht kurduğunuz Şakıro ile yeniden hayat verdiğiniz “Wey Dıl” eserinin hikâyesiyle mi başlasak… Ya da büyük usta Yaşar Kemal’in sizler için söylediği sözlerle mi başlasak? Ne dersiniz? Rojda’yı nasıl tanımlarsınız?

“Sanatla geçen 28 yıllık bir hayatı kısaca anlatmak mümkün olur mu bilmiyorum” der gibi söze girmeye hazırlanan Rojda; sözlerine şöyle başlıyor,

13 yaşımda heybemi doldurmuş, uzunca bir yolculuğa çıkmıştım… Kendimce, kendime göre. Küçücük dünyamda büyümeye çalışıyordum. Tek hayalim içinde yaşadığım coğrafyayı ve o coğrafyanın tarihine sığmayan kültürünü, annelerin sevinçlerini, kadınların gözyaşlarını, çocukların umutlarını yürekten dile getirme sanatı olan dengbejliği hayal ediyorum. Bir savaş içindeydim ve birçok bedeller ödeyecektim. İki cümleyle tanımlayacak olursam; Rojda savaşçıdır diyebilirim…

Röportajımızın hemen başında “savaş” gibi ağır bir sözcükle karşılaşacağımızı tahmin etmediğimizden sohbetimizin seyrini de bu paralelde değiştirmek durumunda kalıyoruz.

Birçok eser çözümlediniz, hikâyeler okudunuz, sizden önceki ustaların eserlerine anlamlı bir yolculuk yaptınız… Nerede neyi eksik gördünüz de bir “savaş” başlattınız? Üstelik her aşamasında “öz kimliğinizi” koruyarak…

Burada biraz çocukluğuma inmem gerekiyor… Parlak göğünden ayrılmayan güneşe inat karanlık köyüne bir güneş olma hayaliyle bir anlığına ayrılıveriyorum çocukluğumdan…Büyüyüp geliyorum ey halkım der gibi… Aslında savaşım kendimledir, yüreğimledir ve yaralı düşüncelerimledir… 12 yaşımdayken daha uzunca bir ömür yaşamış gibiydim. Heybemi doldurmuştum! İlk okul hocam Konservatuvar okumamı önermişti o dönemler... İyi de köyde konservatuar düşünmek gökyüzündeki yıldızları elinize almak gibidir. O kadar ki imkansızdır. Düşünsel bir gebelik süreci yaşıyordum. Zihnim bir şey doğuracaktı ama ne? Acaba bir gün bu topraklarda bu toprakların acılarıyla yoğrulmuş şarkıları söyleyebilir miyim telaşı! İşte bütün zihnim bu soru tarafından meşgul edilmişti… “Meşguldüm” … Çünkü bir gün herkesin ulaşabileceği biri olmalıydım…

Bu son cümle karşısında biraz sarsılmıştık. Çünkü meşguldüm sözcüğü farklı anlamlara gelebilecek şekilde açık uçlu bırakılmıştı. “Bir hikmeti olmalı” deyip devam ediyoruz…

Tam da o sırada zihninizde geçenleri merak ediyorum… Yani 13 yaşındaki Rojda’ya soruyorum; Bir savaş başlattınız başlatmasına ama o savaşı nasıl yönetecektiniz?

Annemden dinlediğim küçük küçük hikayelerden o kadar çok beslenmiş ve etkilenmişim ki, hayal ettiğim dünyanın kapıları bu hikayelerden sonra yavaş yavaş açılacak gibi oluyordu. Herkesin herkese benzemeye çalıştığı bir dönemde hiç kimseye benzememeye çalışıyordum. Başarının burada gizli olduğunu tam da bu esnada öğreniyordum. Aslında Rojda’yı Rojda yapan da kimseye benzememe çabasıdır. Savaşı nasıl mı yönetecektim? 13 yaşımda dengbeji eserleri sağlam okuyan, onların dokularını bozmadan yorumlayan bir duruşu ilke edinecektim. Yani her şeyin farkında olarak. Ama tüm bunlara rağmen bir eksiklik olacaktı!

Biraz detay vermek ister misiniz? Mesela eksik hissettiğiniz şey duygu dünyanızdan mı? Ruh dünyanızdan mı kaynaklanıyordu? Ya da aklınıza uymayan bir şeyler mi vardı?

O dönem Erivan kasetleriyle tanışmıştım… Arşivi baştan sona tarıyor, bir üretim ve yaratım sürecine giriyordum. Arşivdeki kadın sanatçılara denk geldiğimde ise yeni bir dönüm noktası yaşıyordum. Meryem Xan’ın “Yade Rebene”, “Were Domam” ve “Helimcan” şarkılarından o kadar etkilenmişim ki onları dinlerken ağladığımı görünce fark ettim. Hayatımdaki dönüm noktam işte bu eserlerden biri yani “Helimcan” olacaktı. Memleket hasreti bir yana bir de babamın sanatıma sıcak bakmadığı ikili bir ruh hali yaşıyordum. Çünkü bizde kızların şarkı söylemesi yasaktı. Hele erkeklerin önünde şarkı söylemek ise imkânsızdı. Annemin, babamın bu meselenin özünü kavraması uzun bir süre alacaktı. Kapalı bir toplumun mensubu bir birey olarak bu tür işlere girişmeme geçit verilmeyecekti! Bir de her dönemin olmazsa olmaz siyasal sorunları tabi! Eksik dediğim şeye gelecek olursam; Kürt kültürü o kadar geniş bir alan ki orada her ağaca, her taşa, her bitkiye bir türkü söylenir. Ve onların her birinin de bir hikâyesi vardır. Bir badem ağacının, bir fıstık ağacının dahi bir hikâyesi vardır. Bunlardan o kadar çok etkilenerek büyüdüm ki. Kürtçede bir söz vardır; “Mın turıkexu tıjikırubu” … Yani torbama yükümü doldurmuştum. Ancak bunları nasıl işleyeceğimi, nereden nasıl başlayacağımı, ilk dokunuşu nasıl yapacağımı bilmiyordum. En azından sorumluluğumu anlayacaktım! Binlerce yıllık sözlü kültürü sazımla ve sözümle yeniden aktaracaktım. Hikâye ben, ben hikâye olacaktım.

Röportajımızın ana akışını bozmadan Rojda’ya beklemediği yerden bir soru hazırlığındayken Rojda, kendinden emin bir şekilde soracağımız soruyu tebessüm ederek bekliyordu… Biz de bekletmeden sorduk.

“Helimcan” eseri daha önce “Meryem Xan” ve diğer büyük ustalar tarafından zaten okunmuştu… Rojda bu esere farklı olarak nasıl bir dokunuş yapacaktı? Ve bu eser sizi yeniden nasıl yaratacaktı?

Arşiv taramalarımı tamamladıktan sonra mutlaka bu eseri okumalıydım dedim. Dedim ama bu şarkıyı “Meryem Xan” gibi okuyacağım demedim. Mutlaka kendime özgü tarzımla okuyacaktım ve öyle olmalıydı. Meryem Xan’a, sesine ve sanatına âşık olmuştum ancak ona benzeyen olmamıştım, olmamalıydım. Bir Meryem Xan vardı zaten! Hayatımı “Helimcan” eserine öylesine bağlamışım ki onu okuduğumda kaderimin değişeceğine yüreğim kadar inanmışım. O şarkı hayatımın şarkısı olacaktı. İçime doğmuştu. İmkânlar kısıtlıydı ama inancım imkanımı çoktan aşmıştı… Şarkının provalarını alırken nihayet birisi şarkıyı çok beğenmişti. Bunu konserlerde okumam için ısrar etmişti. Heyecanlanmıştım. Bir kişi yetmişti benim için! Bir gün köye geldiğimde herkes beni tanıyacaktı… Bütün dünyam köyümmüş meğer! Yaşam ve sanat yolculuğumun dönüm noktası ilk kez televizyon ekranlarından söylediğim işte bu eserdir! “Helimcan” … Daha sonraları bu eser öylesine özdeşleşecekti ki benimle artık “Helimcan” söyleyen kız olarak anılacaktım… “Xeriba Beyani” albümüm çıkıncaya kadar bu şarkı soluksuz ve aralıksız dinlenmeye devam edecekti. Hayallerimin peşinden koşarken hayallerimin ortasına düşecektim. Hani Allah’tan ne istiyorsun deseler; Tam da bunu istiyordum… Tüm kaynağım ve velinimetim işte bu yaşadıklarımdı…

Bu cevap karşısında acaba o soruyu çok erken mi sorduk diye tereddüt ettik… Böyle bir cevap beklemiyorduk çünkü. Yanıldık! …

Toplumun belleğine kazınmış bazı hikayeler vardır. O hikayeler asırlardır anlatılagelmiştir. Her sazın, her türkünün, her ustanın ilham kaynağı olmuştur. Sizin hikayelerinizin bu hikayelerle örtüştüğü oldu mu hiç? Ya da “işte benim hikayem” diyebileceğiniz bir hikayeniz var mıdır?

Rojda; bu sorumuz karşısında öylesine derinleşiyor ki… Sorunuzun o kadar çok yanıtı var ki, yalnızca biriyle yetineyim der gibi bir toparlanmayla asırlık bir türkünün muhteşem öyküsüne ortak ediyor bizi… Xeriba Beyani… Hani diyor ya;

Xerîba beyanî
Agir girte xanî
Kes halê xerîb nezanî

“Xeribe Beyani” yüzyıllardır kadının yaşadığı çöküntü dünyasını anlatır. Kadına biçilen rolün yaşam bulmuş halidir. Xeribe Beyani; Sabahın Kadını’dır! Hiç tanımadığı birisiyle, bilmediği bir sabaha gözlerini açıyor. Ancak kendisinin bir sözü yok! Kendisi yok ki sözü olsun! Kimliksizleştirilmiş bir kadın var ortada… Ortada ve uzakta… Aslında bu türkü kadının kadına anlatımıdır! Kapalı bir toplumun acı reçetesidir! Bu türkü her gelin için söylenmiş ve onlar da bu türküyü her dinlediklerinde ağlamışlardır. Çünkü bu türküde kendilerini bulmuşlardır. Ben de bu türküde kendimi buldum. Mesela göç ettirildim. Bir kadın olarak hayallerimin peşinden koşarken kimliğimle ötekileştirildim. “Xerib’in tanımındaki gibi yabancı bırakıldık tüm değerlerimize! Ne tam Türkçeyi konuşabildik ne de gerçek anadilimizi. İki kültür arasına sıkışıp kaldık.

Heyecanı her geçen an daha da artan Rojda’yı dinlerken biz de heyecanlanıyor, sohbetimizin sıcaklığını düşürmeden Rojda’yı derinlemesine anlamak adına haklı bir soru daha sormak durumunda kalıyoruz…

Her şey iyi hoş da tüm bunları niçin yapıyorsunuz? Tüm bu hayalleriniz ve bu hayalleriniz bağlamında yaptıklarınızın tanınmak ve kültürünüzü tanıtmak dışında “uzak” bir anlamı da var mıdır? Yeni bir dil mi yaratmak istediniz? Neydi asıl gayeniz? Anlatmak ister misiniz?

Uzak anlam mı? Bunu mu merak ediyorsunuz? Anlatayım madem! Toplum olarak yüzyıllardır halledemediğimiz meselelerimiz var. Bir türlü çıkamamışız bu işlerin içinden. Dünya ayrı bir yöne giderken biz ayrı bir dünya kurmuşuz. Ama tersine dönen bir dünya! Ben gücümü aşmadan ama sorumsuz da kalmadan “kadına olan yaklaşım” dilini dönüştürüp yeni bir dil yaratmaya çalıştım. Konuşamayan, anlatamayan, susturulan dillerin… Duyguyu ise hiç ıskalamadım! Hikayesi olmayan hiçbir işe başlamadım! Tam da bu noktada “Şakıro” ile “Wey Dıl” düetini, “Helimcan” ve “Yade Rebene” eserlerini işte bu yüzden yorumladım. Bunların hemen ardından “Kezi” albümümü de yine bu yüzden yaptım. “Kadının yarattığı cennette bekçilik yapması” tezi üzerinden kurgulanan bu albümü onların “kor” yüreklerine adadım. Bir gayritabiilik hissettim; kadınlar kültürü yaratır, şarkısını yazar, ama o şarkıları erkekler seslendirir. Dili öğreten, kültürü tanıtan kısacası hayat veren kadınsa eğer bir sonraki aşamada neden hep geride bırakılır? Çok popüler olan ve sadece erkelerden duyduğumuz büyük eserleri bir kadın olarak yeniden yorumladım. “Le buke”, “Hoynar”, “Yar Ha Ninna”, “Ahmede Mala Musa”, “Cembeli”, “Reşit Paşa”, “Salıho u Nure”, “Ax Weri Lo” eserleri bunlara en güzel örneklerdir. Çocuklarını Şakıro’nun türküleriyle uyutanlar bu şarkıyla yeniden uyandılar…

Küçük bir dünyam vardı demiştiniz… Siirt’in “Kurtalan” ilçesinin bir köyünden sesinizi dünyaya duyurdunuz? Bu küçük dünyanızın sınırlarını nasıl genişlettiniz? Ya da küçük dünyanızın büyüdüğünü nasıl hissettiniz?

Çok erken büyümek zorunda kaldım. İnsanın büyümesi yaşadıklarıyla doğru orantılı olunca… Çocukluğunuzun en masum evresindeyken bir de büyükmüş gibi davranmak zorunda kalıyorsunuz. Yani ikisinden birine rol yapmak düşüyor. Şartlar böyle emrediyor. Kaderiniz böyleymiş meğer! Öyle diyorlarmış! Neyse… Hem bir kimlik savaşı hem de içinde bulunduğum hayat şartlarını reddeden kendimle olan bir savaş içindeydim bunu daha önce de söylemiştim… Köyden metropole yeni gelmişim yaşım henüz 13… Abim “Çiya” olmasa belli ki birçok şey yolunda gitmeyecek. Bir taraftan hayat gibi ciddi bir meseleyi anlamaya çalışırken bir taraftan binip evime gittiğim otobüs yolunu, semtimi ezberlemeye çalışıyorum. Yani her şey sıfırdan anlayacağınız. Tam sıfırın sınırındayken kültürümüzde bir kadın dengbejin olmayışını kendime dert edinmişim! Bu yüzden Şakıro ile ilk düeti yapıyorum. Üstelik Şakıro’nun hiçbir türküsünü hiçbir kadın okumamışken. Bir serhat şarkısını Xerzanlı biri olarak okudum. Bu inanılmaz bir şeydi ve teknik olarak da çok zordu. Onun tonuna çıkabilmek için dört ayrı ses denemek zorunda kaldık. Anlayacağınız bir kadın sanatçı olarak acıyı dengbejlikle anlattım. Anlattıkça küçük dünyamın büyüdüğüne tanıklık ettim.

Bunca yıllık sanat yaşamınızda en çok üreten sanatçılardan biri oldunuz. Rojda’nın eserlerine felsefi ve edebi bir boyutla yaklaştığımızda türkülerinizin geneli için bir çerçeve çizdiğimizde vermek istediğiniz mesajınızın yerine ulaştığını düşünüyor musunuz? Toplumsal geri dönüt bağlamında sizi memnun eden en önemli gelişme ne olmuştur?

“Rojda” oldum işte :) Kabul edelim toplumun sizi kabul ettiği oranda varsınız. Çocuğumu senin şarkılarınla uyutuyorum. Senin şarkınla evlendim. Senin şarkınla barıştım. Kendimi şarkında buluyorum gibi geri dönütler sanatımı hakkıyla yaptığımın açık ifadesidir. Onların gönül tellerine dokunabilmektir felsefemiz!

Yorulmuş olabilir düşüncesiyle “Yaşar Kemal” bölümünü biraz erteleme fikrimize sıcak bakmayan Rojda kaldığı yerden anlatmaya devam ediyor… Biz de kendisini daha fazla yormamak adına röportajımızın son sorusunu şu şekilde soruyoruz.

Nihayet Edebiyatımızın devi Yaşar Kemal’i sormak istiyorum. Bildiğimiz kadarıyla Yaşar Kemal sizden çok etkilenmiş ve şarkılarınızı dinlemiş. Onunla olan anılarınızı bizimle paylaşabilir misiniz? Rojda ve Yaşar Kemal’in yolu nerede nasıl kesişti? Yaşar Kemal hangi eserlerinizden etkilendi? Sizi nasıl andı? Mümkünse anlatabilir misiniz?

Uzun yılların birikimiyle çıkardığım ilk albümüm büyük usta ile tanışmama vesile olacaktı. “Ax Veri Lo” ise ustanın etkilendiği en önemli eserim olacaktı. O eserde kendini bulmuş. Eserde hasta olan ve daha sonra yitirilen birinin hikayesi anlatılıyordu.

Ressam Ahmet Güneştekin’in ustaya albümümü hediye etmesiyle usta Yaşar kemal artık beni dinlemeye ve yakından takip etmeye başlamış. İlk görüşmem yine ressam Ahmet Güneştekin vasıtasıyla telefonla oluyor… Tabi telefonda ne konuşacağımı bilemediğimden büyük ağırlık çöküyor üzerime. Çünkü karşımda bir edebiyat çınarı var… Bildiğim tek şey onun eserlerini okuduğumdur. En azından bu konuda gönlüm çok rahat… Severek ve soluksuz okuduğum kadim bir şahsiyettir büyük usta Yaşar Kemal.

Telefondaki ilk konuşmamız ustanın ağır ses tonuyla şöyle başlıyordu; Rojda, güzel kızım ben seni tanıyorum. Ne yapıyorsun, nasılsın dedi? O nasıl güzel bir ses öyle… Seni tanıdığımız için çok şanslıyız… Toplum da çok şanslı…

1 saat boyunca o anlattı ben sustum, o onlattı ben dinledim. Dengbeji eserleri çok sevdiğini benim de bu alanda başarılı olduğumu söyledi. Dilime hâkim ve eserleri başarılı olarak okuyormuşum. Sonra şöyle devam ediyor; bu kültürü sen çok iyi anlatabilirsin ve anlatıyorsun da… Bir gün gelip bana şarkı okuyacaksın dediğinde sadece baş göz üstüne cümlesini kurabilmişim.

Tam o sırada can evimden vurulacağım bir şey oluyor… Usta Yaşar Kemal, bir aşk destanından söz ediyor bana… Kürt kültüründe büyük bir yeri olan Xece u Siyabend’in destanı… Sözlü edebiyat geleneğimizin dengbejlikle günümüze taşınan en kadim örneklerinden biri. Bu destandan bahsedince 1 saatlik telefon görüşmem bir ömür gibi değerleniyor gözümde. Tabii çok sonraları bu hikâyeden etkilenip “Çiyaye Sipan” şarkısını yapıyorum… Bir de Süphan dağı eteklerinde bu şarkıya özel bir klip. Çünkü burada Xece ile Siyabend’in aşkları yaşanmıştı… O öyle büyük bir aşktı ki… Yüzyıllardır hiç düşmedi dillerden, hiç soğumadı gönüllerden… Hani diyor ya; “Xeceyim ben Siyabend’in Xecesi… Hani en son kavuşuyor ya cansız bedenleri Xece ile Siyabend’in ☹ İşte o aşk hikayesi… Büyük usta bu hikâyeyi anlatınca ben duygudan duyguya giriyor, bu anın bitmesini hiç istemiyorum. Ama…

Tamamlayamadığınız cümlenizi şu an tamamlamak isteseniz?...

Yaşar Kemal’in hikayelerinin dilden dile dolaştığı bir coğrafyayı yeniden yeni baştan yaşıyorum. Romanlarında anlattığı sahneler “Çiyaye Sipan” eserime ilham kaynağı oluyor. Süphan, Ararat, Van… 4 mevsiminde aşk yaşanan bir coğrafyadır Van… Sanırım Yaşar Kemal’le ortak noktamız ikimizin de o coğrafyaya âşık olmasıdır. İkimizin tek farkı ise o bu kadim coğrafyadan duyduğu hazzı eserlerine romanlarına yansıtırken ben de şarkılarıma yansıtıyorum… O yazıyor ben söylüyorum. Acımız aynı, sunumumuz farklı... O Vanlı ben Xerzanlı. Yolumuz aynı, sözümüz aynı, duygumuz aynı. Unutmadan büyük ustanın romanlarında tarif ettiği cennet Van ülkesini ben de “Hey Lê Lê” adlı eserimde işledim. Çok güzel geri dönüşler aldık.