"İnsan kendi kendisinin karşısındayken, onun karşısında olan öteki'dir." - K. Marx
İletişim dünyasının iki kilit cümlesidir; anlamak ve anlatmak! Anlamadan anlatmak; ya da tersi bir durumu savunmak yalnızca imkânsızı tarif eder. Ülkemizin sayılı iletişim bilimcilerinden Yasemin Giritli İnceoğlu ile iletişim biliminin inceliklerini konuşmak kolay iş olamasa gerek. Cesaretimizi toplayıp yanına vardığımızda dünyanın en keyifli dakikalarına tanıklık ediyorduk. Söylediği her cümlenin ağırlığını sohbetimiz ilerledikçe daha iyi anlıyorduk. Kelime hazinesinden özenle seçtiği kelimelerle kurguladığı özgün cümleleri bambaşka bir anlatıya dönüşüyordu bizim için…
1961 Anayasasını hazırlayan bilim adamlarından İsmet Giritli’nin biricik kızı Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu ile sohbetimizin hemen başında babası İsmet Giritli’den söz açılıyor; ona dair şu bilgileri anımsıyorduk. İsmet Giritli; Türk Hukuk Profesörü ve önemli bir yazar. Baroları temsilen Kurucu Meclis üyeliğine seçiliyor. 50’nin üzerinde kitabı ve çok sayıda makalesi bulunan Giritli, ülkemize önemli bir eser kazandırmıştır; Yasemin G. İnceoğlu.
İnceoğlu, sıradışı bir kadın, farklı bir akademisyen… Gözü pek! Ruhu korkusuz! Ama yüreği yumuşacık… İçten ve samimi bir insan. Barış için akademisyenler inisiyatifinin “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildirisine imza atmış ve hemen ardından sayısız tehditlerle karşı karşıya kalmıştır! Yılmamıştır, geri adım atmamıştır! Aydın dediklerinizin “bir duruşu olmalı, eylemi ve söylemi tutarlı olmalı, ortalık yangın yeriyken her şey gülgülistanlıkmış gibi davranılmamalı” demiştir!
En kritik davaların öncüsü, gündeme getirilmesinden dahi çekinilen meselelerin korkusuz savunucusu olmuştur. Ötekiler, azınlıklar, kadınlar… Akademik düzeyde kadını en farklı o anlatmış, bu alanda birçok esere imza atmıştır. Nerede bir bilinmezlik, nerede bir çaresizlik görse kadına dair; Yasemin İnceoğlu orada hazır bulunmuş; kaleminin sivri ucunu kılınç gibi bilemiştir.
İletişim ve Medya bağlamında irdeleyeceğimiz “Kadın, Azınlık, Nefret ve Öteki” kavramlarına ilişkin keyifli ve sıcak sohbetimize “Böylesi kritik meseleleri” anlatmadan duramaz mıydınız? Sorusuyla başlayınca;
İnceoğlu; kısa ve net olarak; “O zaman “aydın” olamazdım. “Vicdanlı” da olamazdım. “Vicdanını yitirmiş bir aydın olmayı istemezdim doğrusu” şeklinde cevaplıyor…
Nerede bir aykırı mevzu varsa tırnak içinde, sizi görev mahallinde yani kalemi elindeyken buluveriyoruz… Hiç şaşırtmayacak mısınız?
Ben Yasemin İnceoğlu; Sözün inceliğine, anlamın derinliğine; iletişimin yüceliğine inanan bir insanım. İletişimci olarak görevimiz tam da budur! Biz herkesten farklı, herkesin dokunamadığı; herkesin yazamadığını yazmakla mükellefiz. Yolumuz uzun ve ipincedir!
İletişimin yüceliğinden söz etmişken, bu yücelik içerisinde Medya nasıl bir konum teşkil eder? Medya iyi ve kötü unsurları bünyesinde beraberce barındırabilir mi? Medya ne kadar iyi ne kadar kötü?
Medya, insanlara birçok fırsat sunar; mesela onlara üretici olma, sesini duyurabilme ve sürekli güncellenebilme imkânı sunarken, yüzde 90’ı bilgi kirliliğinden oluşan büyük de bir asparagas ortam sunar.
Sizlerin dar alandaki “konu başlıklarını” seçip anlatmanız; makalelerinizi bu minvalde hazırlamanız “ötekileştirilenlerin” medyada yeteri kadar yer bulamamasından mı kaynaklanıyor? Ne dersiniz?
İsabetli bir soru… Hakkınızı teslim etmek isterim. Tam da dediğiniz gibi; Medya’nın “iyi olmama yönü” (kötü demek istemiyorum) işte burada kendisini gösteriyor. Çünkü medya dilediğini iyi; dilemediğini kötü gösterebilme maharetine sahip. Adına maharet denilirse… İşte bunun sonucunda “sesini duyuramayanlar” faslı başlıyor…
Sesini duyuramayanlar derken…
Bunun birden çok örneği var. Sesini medyada veya başka bir mecrada duyuramayanlar bir bilinmezlik girdabında süzülüp giderler. Kimliklerini bulamadan tükeniverirler. “Zayi”dir demek kar etmez artık!
Hayat onlar için çoktan bitmiştir! Kim mi bunlar? Kadınlar! Başka? Çocuklar! Bitti mi? Elbette hayır! Azınlıklar! LGBT’li bireyler ve daha niceleri…
Yüce bir insan niçin öteki olur?
Öteki yoktur! Ötekileştirilen var… Bunlar ya hiç temsil edilmez ya da eksik veya çarpıtılarak gündeme taşınırlar. Günümüz gösteri toplumunda, her şey gibi medya da kavramsal anlamının uzağında bir tuzağa çekiliyor.
Biraz daha açar mısınız lütfen…
Elbette… Türkiye’de Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Gürcüler, Lazlar, Çerkesler, Süryaniler, Keldaniler, Yahudiler, Araplar, Romanlar, Aleviler, Hristiyanlar, LGBT’li bireyler, sosyalistler, komünistler, anarşistler ve daha birçok etnik topluluk, inanç ve düşünce topluluğu öteki’dir!
Ülkemizdeki görünümü açısından detaylandıracak olursanız neler söylemek istersiniz?
Kuruluşundan bu yana Türkiye Cumhuriyeti “Türk-Sünni” çoğunluğun dışında kalanları ötekileştirmiş, sürekli ve sistemli bir devlet politikasıyla onları tehdit olarak görmüştür. Ötekileştirilen bu tehdit unsurları bazı dönemlerde hedef haline getirilmiş ve sonucunda kanlı olaylar yaşanmıştır.
Bunu somut bir örnekle örnekleyebilir misiniz?
Mesela Hrant Dink’in öldürülmesi meselesi… Burada önce bir hedef gösterilme sonrasında ise bertaraf edilme durumu var. Yani Hrant’ın katledilmesi ötekinin başına gelebilecek normal bir olaymış gibi karşılık bulur bu topraklarda…
Peki sesini duyuramayanlara sesini duyurtmayanlar kim?
Şöyle ki; günümüzde şirketleşmiş bir medya gerçeği ve geleneği var. Şirketleşmiş bu medyanın sunduğu dünya fotoğrafı yalnızca “ürün” merkezlidir. Dar fikirli, ön yargılı bir kitle yaratılır ve bu ürün onlara pazarlanır!
Sözünü ettiğiniz bu şirketleşmiş medyanın başka görevleri de var mıdır?
Olmaz olur mu? Bilgiyi halktan mümkün mertebe uzak tutma görevleri vardır. Bunun karşılığında da büyük sermaye sahipleri tarafından desteklenirler… Tepeden tırnağa bir hikâye kurgulanır.
Gelelim asıl konumuza… Ötekileştirilenler! Yalnızlaştırılanlar! Uzaklaştırılanlar! Meselesi. Konuyla ilgili böylesi kavramlar yaşamlarımıza nasıl endekslenir? Medya bu işi nasıl yürütür? Ötekisi olmayan bir anlayış yaratmak mümkün değil midir sizce?
Medya bir bakıma ideolojik bir aygıt olduğundan, nefret, ötekileştirme ve gündem yaratma konusunda mahirdir. Bunu kimi zaman açık bir şekilde, kimi zaman da örtük bir şekilde icra eder.
O halde “iyi olmayan bir medya da var” öyle mi?
İletişim biliminden uzak bir seyirle gözlenen medya yalancı bir gözlük gibidir. Bu açıdan baktığınızda medya; olumsuz, aşağılayıcı ve abartı taktiklerine başvurarak yani ötekileştirerek grupları veya bireyleri hedef haline getirir ve bunları güvenliği tehdit edici unsurlar olarak kabul ettirir. Hatta onları potansiyel risk ve tehdit saçan öcüler” gibi sunar. Bunun sonucunda “öteki” gruplara karşı beslenen ön yargı pekiştirilir ve bunlar korumasız ve savunmasız hale getirilir...
Burada “medyanın iki yüzü” sonucuna ulaşabilir miyiz?
Buradaki öteki medya; iktidarın söylemi doğrultusunda gündemi yönlendirme, konuyla ilgili bilgilerden yoksun bırakma, toplumsal umudu söndürme, iktidar ve politikalarının alternatifsizliğini vurgulama, muhtemel sivil itaatsizlik girişimlerini engelleme amacına uygun bir basın yayın politikası benimsemiştir.
Toplum için sunni gündemler oluşturulurken medya iktidarla nasıl bir ilişki veya iletişim halindedir?
İktidar, kitle iletişim araçları üzerinden, kamusal tartışmaların çerçevesini ve gündemini belirleyerek, bu konuları kamu gündemine taşıma veya ondan uzaklaştırma yoluna giderken; kitle iletişim araçları, haber görüntüsü altında bilgisizleştirici haberler sunar. Siyasal konulara ilişkin bilgiler her geçen gün daha da azalırken, iktidar otoritesini zedelemeyecek bilgilerin verilmesi öncelik olarak görülür.
Medya iktidarın emrine amade mi?
Sivil itiraz, protesto ve benzeri sivil itaatsizlik girişimleri, iletişim araçlarının süzgecinden geçirilerek olaya karışanlar kızgın kalabalıklar şeklinde gösterilir ve bu durum toplumun vicdanına havale edilir. İktidarın ekonomik uygulamalarına yapılan protestolar, kitle iletişim araçlarında çoğunlukla haksız bir eylem olarak gösterilir ve hükümetin haklılığı vurgulanır.
Louis Althusser’i burada hatırlamak yerli yerinde olur mu?
Kesinlikle haklısınız… Althusser’e göre medya “egemen ideolojiyi” yeniden kurma görevini yerine getirir. Burada egemen söylemler haberin söyleminde doğallaştırılarak sunulurken, statükoyu tehdit edebilecek açıklamalar dışlanır. Medyadaki söylem, iktidarın söylemini yeniden üretirken hangi kaynakların kullanılacağına, hangi aktörlerin kamuya sunulacağına, haber başlıklarının seçimine, ne söyleneceğine ve özellikle de nasıl söyleneceğine karar verilerek oluşturulur.
Öteki kavramının yaratılmasına neden ihtiyaç duyulur?
Şöyle ifade edeyim; Toplumsal anlamda bir yapı kendini tanımlayabilmek için “öteki” gerçeğine ihtiyaç duyar ve “öteki” olmadan kendi konumunu belirleyemez. Milliyetçiliğin var olabilmesi için bir düşmana ihtiyaç duyulması gibi…
Peki böylesi önem arz eden bir kavramın çıkış noktasını nasıl tanımlarsınız?
Nefret söylemi, nefret suçuna giden sürecin çıkış noktası, yani nefret suçunun önünü açan tahammülsüzlüğün ve hoşgörüsüzlüğün dışa vurumudur. Hedef alınan gruplara “Toplumda size yer yok” mesajı yinelenerek verilir, grup üyeleri pasifleştirilir, sessizleştirilir. Bu durum kaçınılmaz olarak demokratik düzeni yıpratır, zira insanın en temel hakkı olan “yaşama ve katılım hakkı” ihlal edilmiş olur.
Söz konusu ihlalle birlikte nasıl bir manzara oluşur?
Yeni bir söylem ve yeni bir suç doğurur…
Suçtan kastınız nedir?
Kimlik bilinci ve kimliksel ayrışmayla birlikte ülkemizde son yıllarda yeni bir suç türünden söz edilmeye başlandı: Nefret söylemi ve nefret suçları. Nefret suçu, sırf farklı bir gruba mensup olduğu gerekçesiyle kişilere, gruplara ve mülklere karşı işlenen suçları kapsıyor.
Biraz daha geçmişe gitsek… Ötekilerin yolculuğuna dair neler söylemek istersiniz? “Öteki” tünelinin son çıkışında neler bekliyor bizi?
Medya, toplumun egemen olan kimlik tanımını oluşturmada, yaymada, insanların görüşlerini etkilemede, kontrol ve meşruiyet kazanmada son derece güçlü bir araç. Bu bağlamda biz ve ötekiler arasındaki ilişki 20. Yüzyılın son yıllarında, çok kültürlü dünyaya girince kırılmaya başlansa da; ötekileştirme ayıbı bir müddet daha devam edeceğe benziyor…
Aydınlar bu konuda ne düşünüyordu peki?
Şöyle ifade edeyim; Antropoloji “birey” olarak değil, “topluluk” olarak öteki’yi araştırırken, felsefeci Levinas tüm dikkatleri “tek bir kişi” üzerine çeker. Levinas bu tek kişinin, yalnız olma halini bir topluluğun üyesi olma durumundan çok daha insani bulur ve o sessiz, mülayim, dostane olan insanın kalabalık içinde aniden bir şeytana dönüşebileceğini savunur. Herodotos herhangi bir nefret hissi duymadan ötekileri tanımaya ve onları anlamaya çalışır.
Son sözünüz nedir?
Herodotos'un dediği gibi: "Kendimizi tanımanın yolu ötekileri tanımaktan geçer"