Röportaj: Adnan DENİZ - Fotoğraf: Deniz KURUŞ
- “Başına buyruk hayallerin” en evhamlısını onda hissedersiniz. Zihni biraz dağınıktır ama yüreği bir bütün! An gelir Mem Ararat’ın; “dıl dısoje” bestesinde doğulu küçük bir kız çocuğuna hayat verir; an gelir batının en zarif kadını Wirginia Wolf’un satır aralarındaki modernizmle sorgular yaşama dair her şeyi. Duygusal yaşı büyükçedir ama yüreği Didem Madak’ın “Grapon Kağıtları’ndaki” 18’lik şiirleri gibi genceciktir. Bir yıl içerisinde giydiği şık kıyafetlerin renk skalasını takip ederseniz gözünüzde bir gökkuşağı canlanır. Mavinin ve yeşilin her tonunu onda görürsünüz. Bazen bordo bazen mor, bazen lacivert bazen de turuncu olur yalnızlıkları! Ama en çok masmavi bir deniz gibidir o! Dalgalı mı dalgalı! Bazen havanın aydınlanmadığı bazen de güneşin hiç batmadığı duygular alemidir... Deniz Zeybek; “kaderin bütün anları”dır… Coşkun bir şair gibidir pınarlarından mavinin aktığı. Her ülkenin renklerini ve kokularını duymak istemiş gibi kibar bir edası, “portakal çiçekleri” nazikliğinde asil bir duruşu var. “Ve bir son dakika haberi” kadar da heyecan doludur! Onunla konuşurken dalgalar öylesine yükseliyor ki, başınız göğe eriyor adeta. Şubat doğumludur. Aykırı mı aykırıdır! Matemlidir! Duyguludur! Hatta öfke doludur… Yolu Slyvia Plath’ın yoludur! Ahmet Erhan ve Nilgün Marmara onun için apayrıdır. Bir yaradan var onun için gerisi hep aynıdır! En çok sevdikleri ya şubatta doğmuş ya da şubatta ölmüştür. Bu yüzden duygularını “Şubat Öksüzleri” adlı şiirine şöyle aktarmıştır. “Sanma ki bu şiir sana / Ne Sylvia’ya ne Marmara’ya / Bu şiir yaşamaktan öte bir seçeneği kalmayan bana / Bu şiir şubat enkazının sağ kalanlarına!...
Hem Karadeniz hem Akdeniz ikliminin insanıdır Deniz Zeybek. Neşeli, azimli ve becerikli yanını Karadeniz’den sıcakkanlı ve tez canlılığını da Akdeniz’den almış olmalı. Genç yaşına birçok şey sığdırmış, sözcüklerin gizemli dünyasına henüz 7 yaşındayken kapı aralamış, “Orhan Veli” edebiyat aleminde tanıdığı ilk örnek isim olmuştur. İlk okul sıralarındayken arkadaşlarına yazdığı “çocuk yürekli” şiirlerden yıllar sonra iki kadim esere imza atacak Zeybek’in şiir tadındaki hayatına konuk oluyor, kendisini daha yakından tanıma imkânı buluyoruz. Kastamonu’nun Tosya ilçesinden Adana’nın Ayas’ına oradan İstanbul’a uzanan dalgalı bir hayatın izini sürüyoruz… Laleli-Aksaray arasında bir akşam üstü buluşuyoruz gazeteci-şair Deniz Zeybek’le. “Konuşacaklarımız var” başlığında topladığımız bir demet mühim meseleyi konuşmak üzere bozdoğan kemerinde oturuyoruz…
“Denizertesi Günler” şiirlerini okumaya başladığınızda kavramların baş döndürücü uğultusunda ışıltılı bir ülkeye girer gibi hissediyorsunuz kendinizi. Darbımesel’den ders veren antika bir şiir karşılıyor sizi etrafınızı çepeçevre kuşatarak; “Neye deniyordu antika diye? / Sadece eşya için kullanılıyorsa / Satılsın yüreğim, ‘98’den beri kullanılmış en değerli parça diye… Ve sonra şöyle kapatıyorsunuz siyah kaplı, kırmızı kalpli kitabın kapağını; “Hoşça kal ülke! Gömün beni fırtınalı havada denize…”
“Merhaba Deniz”
“Merhaba efendim”
“Nasılsınız?”
“Çok iyiyim?”
“Hazır mıyız?”
“Her zaman”
“O halde başlıyoruz”
- “Denizertesi Günler ve Denize Saçılan Manşetler” adlı kitaplarınızın her ikisinde de deniz kavramı çokça yer tutar? Yalnızca “isminiz” olması dışında bu kavramın hayatınızda özel bir anlamı mı var?
“Edebiyat geleneğinin mihmandarı” Deniz Zeybek; fikir dünyasının bütün çıkmazlarını bir çırpıda dolaşmış gibi bir süratle sözcüklerini şöyle hizalıyor…
- Ucu ve bucağı olmayan bir denizden bahsediyoruz. Bitişi veya başlangıcı olmayan! Derin ve sonsuz! Ama sorunsuz diyemem. Su dalgasız, söz anlamsız, hayat sorunsuz olur mu?
- Çok mu anlam yüklediniz bu isme diyerek “meselenin özünden uzaklaşıp uzaklaşmadığımı” kavramak istedim. O da;
- Derinliği adında saklı. İsim olarak hem kadına hem de erkeğe konulabilen sayılı isimlerden biri. İçinde hem yazmayı hem konuşmayı barındırıyor. Bu yüzden birden fazla duygu yükünü yalnızca ismimde toplayabilmişim. Ne mutlu bana!
- Biraz duygusal mı başladık? Alev kırmızısı bir çığlık gibisiniz…
- Ailemin tek çocuğuyum. Hem anneden hem babadan gelen bazı kalıtsal özelliklere sahibim. Hatta atalardan gelen kalıtsal özelliklerin bile tesiri altındayım. Duyguların genlerle aktarıldığını düşünürüm. Tüm bunların neticesinde oluşan bir duygusallığı çok görmemek gerek. Yani anlayacağınız “duygusallığım uzun yoldan geliyor”
- Bir tanım yapabilir misiniz peki duygularınıza dair… Sizi en doğru şekilde “tanıyabilmenin” bir işareti var mıdır? Diye soruyum. Deniz Zeybek; tanımsızlıktan tanım çıkarıp şöyle cevaplıyor;
- Bendeki duygusallık sadece hüzün, acı, gözyaşı anlamında değil aynı zamanda sevinç, mutluluk ve yaşam duygusunun da yoğunluğundan oluşan garip bir duygusallık hali. İçten içe adımın tanımını yaşıyor gibiyim. Durulunca tam durgun; bir kitap gibi. Dalgalanınca da içinde fırtınalar kopan bir deniz misaliyim. Ya da İsmet Özel’in dizeleri gibiyim; sen o baygın sevgilerin adamı değilsin / sana yaşamak düşer çarkların gövdesinde / bin demir kapıyla hesaplaşmaktan omzun çürümelidir / bin çeşit güneşle ovulmalıdır gaddar ellerin / yürü yangınların üstüne üstüne… Tanımım biraz da tanımsızlığımdadır.
- Sizi şiire bu duygular mı yöneltti? Ya da Orhan Veli’nin dizelerindeki gibi sizi bu duygular mı mahvetti?
- Özgürlüğü düşleyen ve yüreğimi ezip geçen yığınla duygu kırıntılarım vardı. Bunu sadece arkadaşlarıma, yakın çevreme ve aileme değil “yazı dili” aracılığıyla bütün bir insanlığa aktarmam lazımdı. Yoksa nasıl “sorumluluk sahibi bir insan” olurum! İlk önce kendimi yaktım dizelerin kor ateşiyle! Kendimi kendime anlatacak en iyi yolun şiir olduğuna inandığım andan itibaren mısralar sel misali aktı yüreğimden…
- “Dizelerin ateşiyle yanmak” deyiminizden hareketle konuya daha anlaşılır bir boyut kazandırmak maksadıyla şiire ilk temasınızın nasıl gerçekleştiğini sormak istiyorum. Bir de şiir yazmayı “kendinizle konuşma” olarak tanımlamışsınız.
- İlk şiirlerimi ortaokulda yazmaya başlamışım. Bir iki cümlelik aforizmalar şeklinde. Bırakın Türkçe dersini, Fen dersinde bile arkadaşlarıma şiirler yazarmışım! Matematiğimiz edebiyat, fiziğimiz şiir, kimyamız ise “edebi kavramlar” yüzünden bozulmuştu! Defterlerimizden bir yaprak koparıp yazarmışız birbirimize en güzel sözleri ve en değerli mısraları… “Bir zil çalar başlarız, bir zil çalar kendimizden geçeriz. Ziller şiirlerimize çalınıyormuş zannederiz!” Yazdığım bir iki cümlelik kısa o dizeler benim için şiire ve edebiyata çıkacak uzun bir yol olacak da! Ben de bugünleri görecektim!
- “İyi de biz zaten bugünlere vardığınız için sizinleyiz” cümlesini tam içimden geçirecekken. Durdum! Vakit daha çok erken dedim. Deniz Zeybek o sırada anlatmaya devam ediyordu…
- İlk ailem, ilk arkadaşım, ilk sırdaşım bu şiirler olmuştur. Sonrasında kendimle konuşmaya, kendimle dertleşmeye başlıyorum! Kendimle baş başa yani. “Sözü” önce kendi gönül kıyılarımda gezdirip sonrasında bütün bir insanlığın beğenisine sunmak istiyordum. “Kışın” ve “Yaz” adlı şiirlerim kendimle konuşmalarımdan süzülmüştür…
- Kendinizle konuşmaya başladığınız o evrelerde şiir dünyanıza dalıp elinizden tutan ya da sözcüklerin anlam yüklü dünyasına çağıran edebiyatın öncü şahsiyetlerinden kimse olmadı mı?
Bir süre durdu. Maziye kısa bir yolculuk yapıp geri döndüğünde vefa timsali şu cevabı verdi;
- Olmaz olur mu? Cemal Süreyya’nın “Sevda sözleri” ve Orhan Veli Kanık’ın “Tüm Şiirleri” adlı kitapları beni çok etkilemişti. Şiir yazmaya Orhan Veli ile başladım diyebilirim. Beni bu aleme Orhan Veli davet etti! Beni bu şiirler mahvetti!
- O halde şiir “yaşama sebebi” mi size göre? Eğer öyleyse bu yaşama çıkan yolculuk nasıl bir yolculuktur?
- Anlatayım. Adana’da denizin içinde bir “kız kalemiz” vardı. Evimize birazca uzak. Herkes onu adacık zannederdi. Arkadaşlarla Kur’an kursundan çıktıktan sonra oraya koşar, kıyıdan o kız kalesine doğru kulaç atardık. Dalarak şiire yapılmış en derin yolculuk gibi. Denizin ortasında sabit duran ama aynı zamanda herkesten uzak ve bağımsız. Kimsenin kolay ulaşamayacağı bir yerdi orası. Orada yıldızlara daha yakın hissederdim kendimi! İstikbalin vatanı gökyüzüne bir yolculuk yapardım ve bayram olurdu her sıradan sabahım! İçim içime sığmazdı. Şiir yaşatmak zorunda mı? Bilmiyorum! Ama en azından şiir; yaşama tutundurmaktır!
- “Yaşama tutundurma” cümlesi bize birkaç soru daha sorma hakkı doğurmuşken, biz öze yolculuktan ayrılmadan planladığımız soru dizgesinden sıradakini şöyle soruyoruz. “İkinci Yeni” akımının genelinden mi etkilendiniz yoksa Orhan Veli sizin için özel mi?
- Sadece “İkinci Yeni” veya “Garipçiler” olarak adlandırmak istemiyorum. Burada mesele başkadır. “Orhan Veli”, üzerindeki ceketini satıp karnını doyurabilecek kadar “garip” bir ruhun adamıdır. Beyazıt Meydanı bu sahneyi hiç unutmadı. Güvercinler hiçbir zaman eskisi gibi uçmadı. Halide Edip “Ateşten Gömlek”i boşuna yazmadı! “Üçüncü tepe Beyazıt” tarihinden hiç bu kadar utanmadı! Bu bir meydan öyküsü değil, dünyaya bir daha hiç gelmeyecek büyük bir Veli’nin ateşle imtihan öyküsüdür. Tüm bunlara rağmen hayatı da seven biridir Orhan Veli. İkinci Yeni’nin şiir anlaşışında ise bir içe kapanıklık ve kulakları sağır eden sessiz bir çığlık var. Şiirlerini kolay kolay anlayamazsınız. Her mısrasında siyasi bir vuruş, edebiyatın temellerini yerinden sarsacak yeni baştan bir yaratımın haykırışı ve inancı var. Ama okuyan onu hep aşk anlar. İşte böyle zıtlıkların dünyası ile buluşturmuşum kendi zıt dünyamı. Orhan Veli ise bendenize çok şey ilham etmiştir.
- Buraya kadar anlattıklarınız bağlamında düşünecek olursak, şiir ve edebiyat dünyasına bir katkınızın olduğunu iddia edebilir misiniz? Ya da farklı bir bakış açısı sunabilir misiniz?
Biraz gerildi. Geriye doğru yaslandı. Bu sorunun muhatabı olacak kadar engin biri değilim dercesine kısa bir suskunluktan sonra “kendimi ve haddimi iyi bilirim” duygusunu bize geçirdikten sonra şöyle devam etti;
- Şiir dünyasına bir katkımın olduğunu söyleyemem. Zaten amacım da şiire katkıda bulunmak değildi. Şiir kitabı çıkarmamdaki asıl nedenim bendeki derin duygu yoğunluğudur. Âşık olduğum şeylerdir. Bu ilahi aşk da olabilir, beşerî aşk da! Her satırı aşka feda ettiğim doğrudur!
- Öncelikli amacınız şiir dünyasına katkıda bulunmak değilse şayet o halde şiiri hangi duygularınızın tatmini için yazıyorsunuz?
- Şiir yaşadıklarımın bir duası gibidir. İz bırakmak bir şeyler anlatmak demekse iz bırakmak için yazıyorum. Ama bunu bir katkı olarak düşünmemek gerekir. Şiirlerin insanlar arasında “duygu iletişimi” olduğunu düşünüyorum. Bir de yaşadıklarımı unutmamak için. Yani aslında zihnime katkı sağlamaya çalışıyorum şiir yazarak. Ayrıca okuyucunun dünyasından şaire farklı bir bakış açısı var; Okuyucu şiirlerde şairi görür! Ve şöyle hisseder: Şair bu duyguları yaşadı, o yokluğu gördü, o aşkı yaşadı. Şair o intihar girişiminde bulundu ya da bulunmaya yeltendi. Şair dilenen çocuğu gördü, onunla sohbet etti ve bir şeyler paylaştı ya da onu mısralarına taşıyabildi. Sanırım bu gerçeklik olgusundandır ki şiir bu denli etkileyici ve bu denli büyüleyici. Şair şiirinde belki de kendisini anlattı! Kim bilir! Şiir zannedilenin ötesinde hissedilmektir! Ben de zannedilmek değil hissedilmek istedim. Dahası suya yazı yazmak istemedim!
- Hava yavaş yavaş kararıyordu. Biz ise sohbetin en keyifli yerindeydik. Müsaade isteyip konuyu biraz daha özeline taşımak istedim Deniz Zeybek’in. Şimdi ise karakterinizi ve kişiliğinizi anlamaya yönelik bazı sorular sormak istiyorum dedim ve devam ettim; “Kastamonu, Adana, İstanbul” arasında mekik dokumuşsunuz. Hayat yolculuğunuzun bu güzergahını anlatabilir misiniz? Diye sorduğumda, sorumun bitmesini dahi beklemeden şöyle bir doğruldu yerinden, uzunca bir zamandır kimseyle konuşmamış bir iştahla söze girdi;
- Demin aileden gelen kalıtsal özelliklerden bahsetmiştim hatırlarsanız. Bir de dışarıdan yani çevreden gelen özellikler var. Ben Karadeniz’de doğdum. Bilirsiniz az çok soğuktur Batı Karadeniz insanı. Gergindir, sinirlidir, parlar durur bir anda. Adana insanı daha sıcak, daha yumuşak, daha naif, daha sevecen, daha sıcakkanlıdır... Hem Karadeniz hem Akdeniz dalgaları vurmuştur gönül kıyılarıma. İki denizin sert dalgalarını İstanbul ile yumuşattım. Yani 3 şehir bana 3 hayat sunmuştur! Hangi şehre girsem ayrı dalgalanırım…
- Bu dalgalanmanızda anne ya da babanızın da bir etkisi var mıdır? Yani anne ya da babanız şiirle ilgilenir miydi?
- Annemden emin değilim ama babam güzel şiirler yazmıştır. Genellikle aşk temalı şiirler. Çizgisiz mavi renkli bir defteri vardı. Sağ tarafında şiirler sol tarafında ise resim bulunuyordu. Güzel de resim çizer bu arada babam. Resim ödevlerimi hep o yapardı sağ olsun.
- Devamlı sorgulayan biri olduğunuz kesin peki neleri sorguladınız bugüne dek? Bizim sizi sorguladığımızı düşünmeden, samimi bir soru olarak kabul ederseniz neler söylemek istersiniz?
- (Tebessüm ediyor) Yaşama dair her şey sorgulanmaya değer! Basiti yoktur hiçbir şeyin. Hele ki hayatın! Kendi sorguladıklarıma gelecek olursam; Neleri sorgulamadım ki… Hayat size sayısız olanağı bir arada sunarken bir insan onlarca enstrüman arasında neden gitar çalmak ister mesela? Neden halk oyunları değil de Flamenko? Neden İspanya veya Azerbaycan kültürüne ilgi duyar bir insan. Babama sormuştum bir keresinde Kastamonu’ya nereden gelmişiz diye… Ya da Zeybek soyadı mesela. Aydınlı, Egeli zannediliriz ama hayır! İlgisi yok. Kafkasya’dan göçmüşler büyük dedelerim. Şimdi anlıyorsunuz bazı şeylerin kalıtsal olarak aktarıldığını. Tüm bu aktarılanlar varlığınızı oluşturur da farkına bile varmazsınız! Sorguladım, en sorgulanmazı bile!
- Birazcık sert bir mizaca biraz da kırılgan bir yaradılışa sahip olduğunu hissettiğim Deniz Zeybek’e, sanat veya şiir naiflik midir sorusunu sorduğumda bambaşka bir karaktere bürünüyor, edebiyatın saklı bahçelerinden biriktirdiği bir hatıra buketini bize şöyle buyur ediyor;
- Edebi türler içinde sertlik en çok şiire yakışır. Şiirde isyan olur, harp olur… Sevgi hüzne dönüşür gözyaşı olur, göz yaşı ise “mutluluk yağmuru”. Şiir acının, aşkın, isyanın en yalın halidir. Hani Ahmet Kaya ile Ruhi Su’nun bir hikayesini hatırlarız ya; “Ahmet Kaya”, “Ruhi Su” ustadan bağlama dersi almaktadır. Bir gün bağlamasını alıp ustanın karşısına dikilip kendisinin "mahsus mahal" adlı türküsünü çalmaya başlar ki usta türkünün ortasında sinirlenir ve alır bağlamayı elinden; "öyle at teper gibi bağlama çalınmaz, kavga edilmez bağlamayla, bağlama ile meşk edilir." Aradan yıllar geçer. Ahmet Kaya ilk konserini verir. Konserin adını "bağlama böyle de çalınır" koyar; Ruhi Su ustaya gönderme yaparak. Şiir incelik, naiflik, güzellik midir diye soruyorsunuz ya. Hayır! Değil. Bağlama illa da naif mi çalınır? Elbette hayır! Ahmet Kaya’nın yaşadığı acıları bağlamayı vurarak, kırar gibi çalışından etkilenmiyor muyuz? Ruhi Su tartışmasız bir ustadır ama birçok eseri Ruhi Su’dan değil Ahmet Kaya’dan dinleriz. Nazım Hikmet’in yazdığı şiirler mesela. İnsanı galeyana getiren, coşturan şiirler değil midir? Anlayacağınız sanat “biriciktir” Şiir böyle de yazılır!