Zaman Var mı?

Fırat Şad Yazdı...

Bugün hayatınızın son günü olduğunu bilseniz; dün yine aynı şekilde davranmayı ve yaşamayı mı seçerdiniz?

Sözün bilen kişinin, yüzünü ak ede bir söz,
Sözün düşünüp diyenin, işini sağ ede bir söz.
Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı,
Söz ola ağulu aşı bal ile yağ ede bir söz.
Diyerek mesajını net veriyor Yunus Emre asırlar öncesinden gönüllere girmenin, edebin, adabın anahtarının ne olduğunu.

         İnsanlar, sosyal varlıklar olmaları nedeniyle diğer insanlarla birlikte yaşamakta ve çeşitli ilişkiler kurmaktadırlar. Toplum içerisindeki bireylerin birbirleriyle ilişkilerinin belirli bir düzen içinde yürüyebilmesi ve etkili iletişim kurabilmelerinin temelini; dinleme, anlama, empati yapma, hoşgörü ve nezaket gibi kavramlar oluşturur. Bu ilişkilerin de düzenli yürüyebilmesi için gerek toplum tarafından oluşturulmuş ahlaki kurallar, gerekse hukuki kurallar konularak bir yandan bireylerin özgürlüklerini kullanmalarına olanak sağlanır, bir yandan da ölçü ve sınır bilmeyen bireylerin davranışları kısıtlama yoluna gidilmiş olur. Bu vesileyle toplumsal düzenin kaos ve karmaşa kurbanı olmasının engellenmesi hedeflenir. İnsanlar arasında sağlıklı ve sürekli bir iş birliği, ancak açık, dürüst ve hoşgörülü bir iletişimle sağlanabilir.

       Bu durum; toplumda yaşayan bireylerin birbiri ile aynı düşünmesi, yanlış düşüncelerin görmezden gelinmesi, eleştirilememesi demek değildir. Eleştiri hak olduğu kadar eleştiri adabı ve ahlâkı da haktır. Yanlış bir davranış ve işlemi eleştirirken sözün şehvetine kapılıp, davranışın ve yapılan yanlış işin atlanarak karşıdaki insanın üslupsuzca bir saldırıya uğramasıdır kast edilen. O zaman sergilenen kuralsızlık ve ölçüsüzlük, özgürlük, hak, hukuk olmaktan çıkar, engellenmesi gereken bir saldırı olarak algılanır doğal olarak. Lafın büyüsüne, sözün şehvetine kendini kaptıran kişi ne önünü hesap eder ne sonunu. Diline geleni söylemeyi, herkese laf yetiştirmeyi meziyet zanneder. O büyüye ve şehvete kaptırmıştır ya kendini her konuda da fikir beyan etmeyi görev addeder.

       Züccaciye dükkânına girmiş fil metaforunu birçok kişi bilir. Girdikleri ortamları dağıtmaları ve fütursuzca davranmaları sonucunda maddi ve manevi olarak verdikleri zararları umursamayan; konuştukları sözlerin sonunun nereye varacağını düşünmeden hareket eden ve bu davranışları çok da önemsemeyen insanları tanımlamada kullanılan bir deyimdir. Bu davranışları gerçekleştirdikten sonra da, bulundukları ortamları terk ettiklerinde arkalarında özellikle manevi bir enkaz bırakırlar. Çünkü yıktıkları, döktükleri, hırpaladıkları şeyin can olduğunun farkında değillerdir, züccaciye dükkânındaki camları kırdıklarını zannederler. Züccaciye dükkânına giren fil; herkesin hayatında olan eştir, dosttur, arkadaştır, akrabadır, yoldaştır. İşini bitirdikten sonra egosunu tatmin etmiş olmanın rahatlığıyla, bir çuval inciri berbat ederek devam eder gider yoluna. Genellikle de çözümden değil şikâyetten ve kaostan, karmaşadan yana olanlar, elinden bir iş gelmeyenler bu durumdan, yani şikâyet ve eleştiriden beslenerek toplumu gererler. Özellikle bulunduğu topluma aidiyet duygusu ile bağlı olmayanlar, doğal olarak toplum bilinci ve sorumluluk bilincine de sahip değillerdir. Bu nedenle sorun çözen değil genellikle sorunun kaynağı olurlar. Suça ve suç işlemeye meyilleri yüksektir. İlginç olan şey de; “benden çıkmayan fikir, önemli değildir” diyerek; köşe başlarını tutan, bu alanı kendi mülkü gibi parselleyip kullanan, kendilerinden başkasının konuşmasına tahammülü olmayan, hep ön planda, sahnede olmayı sevenler çabucak birbirlerini bulup organize olabiliyorlar.

Ama unutulmamalıdır ki; yerinde ve zamanında eleştiri yapmak, tepki göstermek bir haktır. Oysa mızmızlanmak, nazlanmak bir hastalıktır. Zaman içinde kimse tarafından ciddiye alınmaz. Bu nedenle de; farklılığın bir tehdit değil, zenginlik olduğunu öğrendiğimizde, ortak değerlerimizin ne olduğunu bilmeden millet olunamayacağını, bencil davranışların toplum sorumluluğuna ters düştüğünü, sınırını ve sorumluluğunu bilmenin gerçek erdem olduğunu, ben-sen iyi olmadıktan sonra biz olunamayacağını vakit çok geç olmadan kavramak lazım. Aksi durumda insanların birbirine benzemesi, tek tip bir yaşam ve düşünce içinde olması en çok statükonun işine gelen bir durumdur. Tabiri caizse statükonun ekmeğine yağ sürmektir.

Eleştiri, çoğunlukla saldırganlığı beraberinde getirme riski taşır. Çünkü eleştirebiliyor olmak, üstünlük iması içerir ve eleştirinin hedefinde olan kişiyi savunma pozisyonuna sokabilir. Bunu kırmanın en iyi yolu, eleştiri yapmaya başlarken suçlayıcı ve yerici bir şekilde değil, nezaket ve hoşgörü içeren bir üslup ile eleştiri yapılmalıdır. Bu nedenle eleştiri; Geçerli olmalıdır, mantıklı olmalıdır, öneriler içermelidir, olumlu ve olumsuz taraflar içermelidir, düşmanlık değil, dostluk içermelidir, karşınızdakini daha iyi bir konuma çekmek amacıyla yapılmalıdır, zamanında yapılmalı, zamanlı olmalıdır, açık olmalıdır, detaylı olmalıdır ve uygulanabilir olmalıdır. 

Yoksa “Deve kuşuna uç demişler, ben deveyim uçamam” demiş. “O zaman yük taşı demişler, ben kuşum yük taşıyamam” demiş metaforundaki deve kuşunun durumuna düşmek kaçınılmaz olur ve muhattaplarınız tarafından öyle kabul edilirsiniz. Şartları kendi işine geldiği gibi kullanan, işlerine geldiği gibi davranan, kimseyi düşünmeden hareket eden, bencilliğin dibine dibine vurarak sorumluluktan kaçan ve hiçbir çözüm önerisi getirmeden her alanda acımasızca eleştiri yapabilen insanlar için deve kuşu metaforu sıkça kullanılır. Yani sorun çözen değil, sorunun bizzat kendisi. Oysaki bilen bilir, en çok kim kirletti ise bulunduğu ortamı, ilk o kaçmak ister oradan, en çok o eleştirir. Sonrası ise, suçlayacak birilerini bulmak olur; "yavuz hırsız ev sahibini bastırır", "çamur at izi kalsın" misali... Kral hiç bir zaman çıplak olduğunu kabullenmez, aslolan kralı çıplak olduğuna ikna edecek yanında ve yakınında feraset sahibi insanların bulunabilmesi, kralın da eleştiri kültüründen nasibini almış olması gerekir. Aynaya daha çok bakarak, kendimizi daha çok okuyarak, daha çok eleştirerek olumlu eleştiri kültürünü de topluma yaymış oluruz. Kısaca, kendini bilmek, bilgeliğe giden yolun başlangıcıdır ve “kendini bil” sözü çıktığımız her yolda, biz yaşam yolcularına söylenen en kıymetli nasihattir. Lakin bu nasihat yalnızca duymak isteyenler içindir. Kulağını gerçeklere kapatanlara, kendini bilmeyi “kendi işini yürütme olarak” anlayanlara, yaşamayı sadece yeme, içme, nefes alıp verme olarak algılayan yürüyen ölülere faydası yoktur.

        Hülasa; toplumda hangi vesileyle olursa olsun kurulan iletişimde, yapılacak tartışma ve eleştirilerde bizi vasatlardan ayıracak olan en temel kriterler, takındığımız nezaket, gösterdiğimiz saygı ve hoşgörü, kullandığımız üslup ve cümlelerdir. Hoşgörü kutusuna kilit vurup, pencerelerinizi sıkı sıkı kapatmaya, bal yerken, acı biberin tadını almaya, gülün güzelliğinin ve yapraklarının kokusunu duymayıp, dikenlerin dostu olmaya, güzelliğe, aydınlığa uzanan yolu zindana, zifiri karanlığa çevirmeye mahkûm edersiniz kendinizi. Sadece kendiniz mahkûm etmekle de kalmaz, farkında olarak veya olmadan kötülük, nezaketsizlik, saygısızlık tohumlarını da topluma dalga dalga yayarsınız. En has bahçelerimize yaban otlarını musallat edersiniz baş edilmez hale gelecek şekilde.
       Sonra bir bakarsınız her evresi, her dakikası tadına varılması gereken bir güzel yolculuk olan yaşam; Emri Hak vaki olmuş ve sona ermiş. Düne dönme, yarını planlama şansınız yok. Elinde kalan bugünkü yolculuğunuzu da keyifle yapamadınız. Bir gönüle giremediniz, bir yüreğe dokunamadınız. Makam, mevki, şan şöhret, para, pul, itibar da gitti. Doyamadınız birçok şeye, doymanız da mümkün değildi zaten. Kurban ettiniz yaşamı hırsınıza, açgözlülüğünüze. O zaman bunca hırs, kibir, bencillik, açgözlülük ve kötülük neden diye sormanın vakti geldi de geçmiyor mu?  Hâlâ zaman var mı?

Ne diyordu üstad Cahit Zarifoğlu?

Burası Dünya! Ne çok kıymetlendirdik... Oysa bir tarla idi; ekip biçip gidecektik.

Yüreği güzel insanlara rast gelesiniz…

Paylaş