12 Temmuz 1982 Pazartesi günü, tüm gün yollarda dolaştım; hava gerilimliydi o gün. Bir an tozlu bir sıcak bastırıyor, sonra birdenbire gökyüzü yağmur yüklü bulutlarla doluveriyordu.
Üstümde bollanmış kot pantolonum, sırtıma yapışmış uçuk mavi tişörtümle tüm gün dolandım tozlu sokaklarda. Yazacağım bir şeyi düşünüp duruyordum. Derken şimşekler çakmaya başladı, gökyüzü iyice karardı, rüzgâr saçımı birbirine kattı. Koşarak evime döndüm. Tam kapının zilini çalarken anlatamayacağım bir yağmur başladı, oracıkta sırılsıklam oldum.
Tatile gidecektim, bir türlü gidemiyordum. Yengeç gibi yapışmıştım şu kente, o gün öğleden sonra bankadan para çekip evin aidatını da ödemem gerekiyordu. Nedense üşenmiş bankaya da gitmemiştim.
Ben tam bunları düşünürken, kapıyı on yıldır ev işlerinde bana yardım eden Elif Bacı açtı. Elif Bacı’yı görür görmez öyle şaşırmış olmalıyım ki, kapının eşiğinde kalakaldım.
On yıldır şalvarımsı uzun çiçekli donu, üzerinde kollu fanilası, başında geriye verev bağlanmış yemenisiyle bana kapıyı açan Elif Bacı’yı, üzerinde ipeğimsi bir kumaştan yapılmış beyaz farbelalı oda hizmetçisi giysisi, başında gene farbelalı, kolalı beyaz bir başlık, saçları arkaya düzenli bir topuz yapılmış görünce ağzım kurudu!
Elif Bacı endişeli ve de güçlü bir sesle:
“Hanımefendi geç kaldınız. Neredeydiniz? Beyefendi erken geldiler, meraktan deliye döndü, neyse şimdi balkonda viskisini içerken biraz yatıştı…”dedi. Aptallaşmıştım. Hangi Beyefendi? Evde viski de mi varmış? Neydi bu Elif Bacı’nın üzerindeki kılık?
O an ok gibi beynimden geçti tüm bunlar.
Yalnız yaşarım…Yazar dururum… Elif Bacı bana hep ismimle hitap eder… Böyle bir giysisi olduğunu da hiç bilmiyordum. Aslında önemli olan, “BEYEFENDİ” kimdi? Şöyle bir toparlandım. Uyuz kedi gibi ıslanmıştım. Saçlarım deli bir ekin tarlası gibi dağılmıştı.
“Elif Bacı, nedir tüm bunlar? diye sordum. O gene çok ciddi, telâşlı ve ölçülü hâli ile:
“Hanımefendi, Şemsi Bey’in toplantısı erken bitmiş. Geldi hemen sizi sordu. Ben de coiffeur’e gitmiş olabileceğinizi söyledim. Şemsi Bey, bu kadar geç kalmazdı…’ diye merak etti. İsviçre’den oğlunuz aradı. Şemsi Bey’le konuştular. Akşam misafir gelecekmiş. Aşçıbaşı sizin çok sevdiğiniz yemekleri yaptı. Istakozlar geç geldi ama tazeymişler. Meyva salatasına acaba konyak konmasını ister miydiniz, istemez miydiniz… diye çok düşündük.
“…Ah hanımefendi ıslanmışsınız…
“Şemsi Bey arabayı coiffeur’e gönderdi gelir gelmez, ama şoföre bugün oraya gelmediğinizi söylemişler…Beyefendi çok merak ettiler sizi, çok..” dedi.
Yana çekilmiş yol veriyordu bana.
“Herhalde aşçıbaşı ile sonra konuşursunuz. Bu gece giyeceğiniz elbiseyi seçerseniz ben ütülerim hemen onu. Ah, işte Şemsi Bey duydu geldiğinizi geliyorlar… Ben uşağa haber vereyim de arka odaların kepenklerini kapatsın. Fırtına çıkıyor,”dedi.
Yan yan çekildi, gitti.
Sevgili okurum, işte şu an gerçek öyküye giriyorum. Az önce okuduğun, eğlenesin diye yazılmış çerezdi!
Dalıyorum öyküye ve senin için yeni bir başlığı atıyorum…
Arkadaşımsın Değil mi?
Gökyüzünün görünmediği bir sokakta, gece yarısını çoktan geçmiş bir zamanda, aşağıya doğru yürürken gördüm onu. Sidik kokulu duvarın dibinde, çakılmış gibi duruyordu. Onun da saçı sakalı birbirine karışmıştı, uğursuz görünümlü bir yüzü, birbirine yakın gariban bakışlı gözleri vardı.
Benim üstüm başım kirliydi, korkuyordum ama, gene de boylu bosluydum.
Bıyığım vardı, alnıma düşen saçımı arkaya attım, ona şöyle bir baktım Anladım ki cüce. Onun üstü başı benimkinden beterdi. Cigarası ağzında kurumuşu; bu yalnız cüce, bu insiz cinsiz sokağın bir köşesinde ellerini önüne kavuşturmuş duruyor; sanki sokağın amonyakiı havasını hem ürkerek hem sindirerek içine çekiyordu.
Görmüştü beni. Yan yan, olduğu yerden kıpırdamadan bakıyordu. Hızla gittim yanına. Cebimdeki tornavidayı çıkarıp böğrüne dayayıverdim. Gözlerini devirdi, soluğu kesildi bir an korkudan. Gözlerinin ta içine baktım, tornavidayı az daha bastırdım. Fısıldadım kulağına:
“Arkadaşımsın değil mi, lan?”
O, dehşet içindeydi.
Yayvan, kulağıma hoş gelen, testi gibi bir sesle:
“Tabii arkadaşınım. Arkadaşınım, abi. Niçin kızdın da tornavida çektin? Has arkadaşınım ben senin,”dedi.
Tepeden bakıyordum ona. Bu gece yarısı cücesi benden de yalnızdı anlaşılan. Dudağında kurumuş cigarası ayaklarının dibine düşüvermişti.
ilkin azıcık çekip sonra gene böğrüne bastırdım tornavidayı:
“Adın ne senin?”diye sordum.
“Fazıl benim adım, ağabey.” dedi.
“Benim adım da Ercüment, anladın mı?”dedim.Tanıttım kendimi ona.
Fazıl:
“Ercüment Abi, çek şu tornavidayı,”diyordu.
Yeni baştan:
“Arkadaşımsın değil mi lan?”diye sordum.
“Kuşkun mu var, Ercüment Abi? Has arkadaşınım ben senin,” dedi.
Tornavidayı çektim böğründen, yan yana karayolda yürümeye başladık.
Uysaldı, kinci değildi; anlamıştım onu.
“Fazıl,” dedim.
“Efendim, Ercüment Abi,”dedi.
“Sen beni kaç yıldır tanıyorsun?” diye sordum.
“Üzülmez olur muyum! Üzüldüm. Sen de üzülmüştün, Ercüment Abi. 0 öldüğünde ikimiz yanıbaşındaydık.” dedi.
“Ben de hiç evlenmedim, Fazıl,”dedim.
“Evet, sen sanatçıydın. Çok duyguluydun,”dedi o.
“Kemanım artık geride kaldı. Yıllardır görmedim onu.” dedim.
Kara yolda sessiz yürüdük bir süre.
“Niçin evlenmedin ki, abi? diye sordu bana.
“Biliyorsun, Fazıl,”dedim
“Biliyorum,” dedi.
“Ben de seviyordum Hamdiye’yi,”dedim.
Önüne bakıyordu o. Devam ediyordum anlatmaya. Bu hiç yaşamadığım olaylar sanki yüzlerce yıl içimde bir yerlere sıkışmış, şimdi tortulu bir turşu suyu gibi yol bulmuş akıyordu bağrımdan dışarıya.
“Senden çok seviyordum onu… Ama o beni hiç görmezdi bile. Her gün köşkteki odama kapanır, saatlerce kemanımı çalardım. Ama Hamdiye duymazdı bile beni. Senden başkası yoktu onun için, Fazıl,”dedim.
O önüne bakıyordu.
“Sen yakışıklıydın, Fazıl… Bıyıklarını parlatırdın. Nişanlanmıştın onunla bir mayıs günü. Ben kemanımla yapayalnızdım,” dedim.
“Sen sanatçıydın, Ercüment Abi. İçine kapanıktın. Ama ne hoştun. Sarı benzin, kara saçların, tutkulu gözlerin vardı,” dedi Fazıl.
“İşte iki paşazade kaldık, Fazıl,”dedim.
“Evet,” dedi.
Yavaş yavaş sabah oluyordu.
Yollarda yürüyorduk. Bu ne idüğü belirsiz, boktan, nefesi kokan partal kılıklı cüce ve ben…
“Üşüdün mü. Fazıl? Sabah yeli çıktı,”dedim.
Değer veriyordum ona.
Olmayanı yaşıyordu benimle.
“Yok, üşümedim,” dedi.
“Bilyorsun, boğazın hassastır,”dedim.
“Biliyorum… Annem hep ıhlamur kaynatırdı bana,” dedi.
“Hamdiye’nin yakut renkli kadife, kışlık paltosunu hatırlıyor musun?” diye sordum ona.
“Hatırlıyorum… Madeni düğmeleri vardı. Hamdiye o zamanlar hastalanmamıştı henüz. Ne güzeldi teni… Gözleri kor gibi yanardı. Ayakları iskarpinlerinin içinde ufacıktı… Dantel, örme eldivenler giyerdi,”dedi.
Baktım söken sabah ışığında yanımdaki, daha önce hiç görmediğim garip cücenin yüzüne:
“Fazıl, söyle, sen de mi çok sevdin Hamdiye’yi?” diye sordum.
Kesin bir sesle:
“Hayır,”dedi,”Ne yazık ki, sevmedim ben onu… Belki de onun beni çok sevdiğini bildiğim için… Bilmiyorum… Eski olaylar bunlar, acep yaşadım mı diye sorarım kendime bazen,” dedi.
“Yaşadık Fazıl. Hepsini yaşadık… O görkemli sünnet düğününü, Miralay Ekrem Paşa köşkündeki ılık, yasemin kokulu yaz gecelerini, benim kemanımın sesini, Hamdiye’nin umutlarını ve acılarını hep yaşadık,”dedim.
“Evet,” dedi o.
Tornavidamı fırlattım, sabahın içine bir yere attım. Bir sabahçı kahvesine gelmiştik, iki paşazade girdik içeriye.
Ayakçıya:
“Yeğenime ve bana birer demli çay ver,” dedim. Geçmişim vardı.
Yalnız değildim. Sabahın ışıklarına bakıyordum. O düşünceliydi.
“Sen tırnaklarını yerdin değil mi, Ercüment Abi?”diye sordu.
Kara, uzun tırnaklarıma baktım.
“Evet, Fazıl,” dedim.
Çaylarımızı içerken birer cigara yaktık…