Edebiyatla ucundan kıyısından meşgul olan herkesin başı bir dönem muhakkak ilkler ve enler ile derde girmiştir. Edebî bir türün ilk örneği, ilk yazarı, en iyi örneği, en meşhuru, en sevileni vs. ile süren bu soru-cevap listelerinin öğretilmesinde edebiyat eğitimi veçhesinden bazı faydalar olduğu da inkâr edilemez. Ancak bizim gibi sadece geçmiş Geleneksel ve modern edebiyatları arasında değil bu edebiyatların araştırmacıları arasında da geniş uçurumlar bulunan bir milletin ilklerini ve enlerini tespit etmek oldukça güçtür. Hele ki işin içine Batı kaynaklı edebî türler ve tarzlar girdiğinde işin rengi iyice değişmektedir.
Modernleşme teşebbüslerimizle girdiğimiz yeni medeniyet dairesinde Batı’yla olan ilişkimizin edebiyat sahasında da bazı tesirleri görülmüş ve Batı’dan alınan birtakım tür, tarz ve görüşlerle edebiyatımız yeni bir veçhe kazanmıştır. Ancak Batı’ya ait olduğu, oradan görülerek alındığı iddia edilen bazı tür ve tarzların aslında klasik edebiyatımızda da bazen aynı bazen de farklı formlarda örneklerinin olması neyin yeni neyin eski, hangisinin bize hangisinin Batı’ya ait olduğu tartışmalarının günümüze kadar sürmesine sebep olmuştur.
Bu yazıda, söz konusu tartışmalara katkıda bulunacak belki de kafamızı karıştıracak farklı bir örnekle dâhil olmak istiyorum. Hatta belki de yazı boyunca değineceğim hayran-kurgu (fan fiction) kavramı henüz Türk edebiyatında yaygınlaşmadan ve Batı kaynaklı olduğu kesin ifadelerle edebiyat tarihine kaydedilmemişken klasik edebiyatımızdan bir örnekle kavramla ilgili araştırmalara küçük bir katkıda bulunmak, bu vesileyle de eski edebiyatımızın o kadar da bizden ve dünyadan kopuk olmadığını, bazı durumlarda birkaç yüzyıl önden gittiğini örneklemek istiyorum.