Kefalet

“Yalnızlık, bütün büyük ruhların kaderidir.” Arthur Schopenhauer

Öykü: Seyfi Elçiboğa'nın kaleminden...

Sanki suratıma kuvvetli bir tokat yemiştim. Öyle ki bu tokadın etkisiyle her iki kulağım çınlıyordu. Adeta tüm hislerimi yitirmiştim. Bir tek işitme hissim yerindeydi ve ben tekrar tekrar şu sözleri işitiyordum: “Kefil olmasaydın! İmza atmasaydın o zaman.”

Başım çatlıyordu. Mideme hançerler saplanıyordu. Canım çok yanıyordu. Beni yaralayan o sözleri her hatırlayışımda bedenime ait bir kemiğim daha kırılıyordu. Tüm iskeletim parçalanmış, ayakta kalacak mecalim tükenmişti. O anda benim için hayat durmuştu, ailem yoktu, dünyam yıkılmıştı...

Sözlerin sahibi kardeşim diye hitap ettiğim bir ahbabımdı. Zor zamanında bankaya koşup çektiği krediye kefil olmuştum. Faizi düşük olur diye dolara bağlı kredi kullanmıştı. O para sayesinde servisçilik yaptığı minibüsü yenilemiş, diğer banka borçlarını tümüyle süpürmüş, evinde tadilat bile yaptırmıştı. Parayı aldığı haftanın son gününde, evinde, benim için mangal yakmış, o gün ben de o sırada çiğ köfte yoğurmuş; beraberce eğlenmiştik.

Sorunsuz geçen bir senenin ardından diğer servis şoförleriyle anlaşamayıp karakolluk oldu. Ardı sıra işsiz kaldı. Sağda solda buldukça kimi atölyelere işçi taşıdı. Birikimiyle ikinci el araç alıp sattı. Memlekette hemen herkes ikinci bir iş yapmaya çalıştığı için giriştiği hiç bir işten umduğunu bulamadı. Yapılacak pek az iş vardı ama iş yapmak isteyen pek çoktu. Gelirsizlik hali uzadıkça taksitler gecikmeye başladı. Bunlar yetmezmiş gibi dolar da değerlenince, taksit tutarı ikiye katlanıp taksitleri hepten ödeyemez hale geldi. Velhasılı kelam kredisi patladı. Nihayet banka da icra takibi başlatmıştı. Neyse ki oturduğu evin tapusuyla minibüsün ruhsatı babasının adına kayıtlıydı. Büyük belayı böylece savuşturmuştu.

Ahbabımla bu duruma sevindiğimiz dönemde ayakkabı mağazama bankadan bir gün bir tebligat geldi. Banka, kalan kredi borcunun tamamını masrafları ve faizi ile beraber sırtıma yüklemişti. Bu nedenle öncelikle tüm banka hesaplarım bloke edilmişti. Takibe düştüğüm için başka bankalardan kredi çekemedim. Banka ile görüşüp uzlaşmak istedim ama kabul etmediler.

Son bir yıldır işlerim bir hayli kötülemişti. Bu sebepten ötürü ilk defa bu sene vergimi ödeyememiştim. Sağ olsun dükkan sahibi kira konusunda beni üç ay idare etmişti; ama çalışanlarım da o sıra zaten işi bırakıp gitmiş oldukları için bu durum bana pek fayda vermemişti.

Böylece toptancısı, bankacısı, vergi memuru başta olmak üzere alacaklılar sıraya girdi. Sonra sırasıyla önce arabama el konuldu. Ardından evime de ipotek koydular. Derken haciz işlemi yapıldı ve evi boşaltmak zorunda kaldım.

Her şeyimi verdiğim eşim ile çocuklarım düştüğüm bu zor haller yüzünden beni aptallıkla suçladılar. Ailem ve eşimin ailesi de ahbabıma “Hayır” diyemediğim için beni suçladılar. Çok sonraları duydum ki birlikte kahvaltı yaptığım esnaf komşularım ardımdan söylenmedik ne enayiliğimi bırakmışlar ne de kerizliğimi. Hatta olan biten her şey bana müstehakmış.

Derken bir gün cesaretimi toplayıp ahbabıma gidip durumu anlattım. “Minibüsü sat bari yoksa yuvam yıkılacak.” Dedim. Kabul etmedi. Çok dil döktüm, ikna edemedim. Ardından nankörlüğünü ve vefasızlığını yüzüne haykırdım. İşte o zaman bana zehrini kustu: “Kefil olmasaydın! İmza atmasaydın o zaman.”

Hikayemin bu kısmına kadar olan bitenler sizin kadar bana da bilindik gelen hadiselerdi. Bundan sonrası beni de şaşırttı. Anlatayım.

Peşi sıra “Cinnet geçirdi.” Denilen insanları cinayet işlemeye sevk eden sebepleri hiç düşünmezdim. Haber kaynaklarında “İntiharı Seçen Müflis” haberleriyle her karşılaştığımda “Kendi hatalarının bedelini ödediler” diye söylenir, mağdurlara yardım elini uzatmayan yakınlarına kızardım. Sahip olduğum olanaklarla kimilerine göre daha geride, kimilerine göreyse daha ileride başlamış olan hayat hikayemin bu kısmında intiharı seçmiş veya cinnet geçirip cinayet işlemiş o insanları artık gayet iyi anlıyorum.

Hayatım boyunca başarı ve mutluluk peşinde koştum. İnsanları sevdim, güvendim ve insanlar için pek çok iyilikte bulundum. İşimi keyif alarak yapmaya gayret gösterdim. Meğerki sahip olduğum şeylere duyduğum bağlılık yaşama karşı bakışımı daraltmış, köreltmişti. Sürdürdüğüm rahat yaşam beni aşırı iyimser, zayıf bilince sahip birine dönüştürmüştü. Hayatta kalabilmek için sarsıntıya muhtaçmışım. Ailem, dostlarım ve bilincimle beraber kendi kendime depremi yaşattım. Böylece bünyesindeki her türden aşırılığı reddeden doğanın, aşırı iyimserliği de törpülediğini acı bir terbiye ile öğrenmiş oldum. Anladım ki birbiriyle yarışanlar kendi ciğerleriyle öylesine meşgullerdir ki diğerlerinin nefes alış verişini işitmezlermiş. Anladım ki mutluluktan fazla acılara,  başarıdan fazla mağlubiyetlere değer vermek gerekirmiş.

Bir çıkış yolu bulmak zorundaydım. Sürekli suçlayarak beni linç eden toplum benden diyet talep ediyordu. Ya diğerleri gibi çözümsüz kalıp kendimi yok edecek ya da bir çözüm yolu bulup yaşamaya devam edecektim.

...

Tek başıma bir kaç gece parkta sabahladım. Yıldızlara bakıp kendimle kavgalar ettim. Kendimi yıllarca birileriyle kıyaslayıp durmuştum. Acaba o ahbabımla aynı şartlarda olsam ben de ona aynı kötülüğü yapar mıydım? Yaşadığımız çağ ve sistemde kötü olan insanlar mıdır yoksa kötülüğü doğuran sistemin kendisi midir? Ancak bencil olanın ayakta kalabildiği bir sistemde ihanet kaçınılmaz değil midir? Özce fakir, çorak toprağa ekilen tohumların  gürbüz meyveler veren ağaca dönüşmesi mucize değil de nedir? Toprak fakirse yavan meyve veren ağacın kabahati nedir?

Bina için kolonlar neyse kişilik için inanılan değer yargıları da odur. Aldım elime balyozu o kolonları paramparça ettim. Kafamda doğru ve yanlış adına bildiğim ne varsa balyoz vurup un ufak ettim. Sonra molozları yüklenip kafamdan attım. Geriye kalan tozları da süpürdüm. Kafamda boşluk belirince gördüm ki huzur dolu bir yaşam arzuluyormuşum. Kararımı verdim. Huzuru kimse için değil sadece kendim için elde edecektim. Beni terk eden dostlarıma ve sevdiklerime ağlayarak kendimce veda ettim. Beynimde hiç kimseye ait silinmedik tek bir anı bırakmadım. Bomboş bir bilinç, hissiz bir kalple artık yapayalnızdım.

Diğerleri gibi tedavi kabul etmeyen hastalardan biri olmayacaktım. Takdir edilmek ve beğenilmek için değil içimden geldiği gibi davranacaktım. İnsan, yaşamak için kurallar icat edip, koyduğu kuralları çiğneyen yegane canlıydı. Kural koymayacaktım, plan yapmayacaktım. Bilindik çarelere baş vurmayacaktım.

Başımı dayadığım gazetede: “Dolgun ücretle çoban aranılıyor.” İlanını okur okumaz ilan sahibini hemen aradım. İlan bir haftalık olmasına rağmen arayan olmamış demek ki kendimi ertesi gün yol giderken buldum. Gide gide kadastro yolunun bittiği, uzak bir dağ köyüne vardım. Kızılçamların seyrekleştiği yerde başlayan çıplak sırtlarda koyun çobanlığı yapacaktım. Kalacağım köy evinde iki göz oda ve koyunlar için kocaman bir ağıl vardı. Odalardan biri mutfak ve banyo niyetine yapılmıştı. Tuvaleti yoktu, tıpkı elektrik ve suyu olmadığı gibi.

Yüz elli yedi akkaraman cinsi koyunum ile iki kangal cinsi köpeğim vardı. Beni oraya kamyonetle muhtar götürmüştü. Bana erzak bırakmış, işi belletmiş, çevreyi tanıtıp gitmişti. Ara sıra yoklamaya gelir, bana erzak taşırdı. Bir önceki çoban sıkılıp işi bırakmıştı. Hayvanlarla nasıl iletişim kuracağımı bilmiyordum. Hem koyunlar hem de köpekler beni bu yüzden uzun süre yadırgadılar. Ne zaman ki onlara insan gibi değil de doğanın bir parçasıymış gibi davranmaya başlayınca aramızda bambaşka bir ilişki kurulmuş oldu.

Bir gün karşılaştığım genç bir çobana sordum: “Koyunların başındayken neyi hayal ediyorsun?” diye. Uzun süre bekledi, söyleyip söylememekte bir müddet tereddüt ettikten sonra bana : “Çok koyunlarım olsa keşke, daha çok doğursalar keşke “ dedi. Çobanın hayali çok koyun sahibi olmakmış. Herkes büyük hayaller kurar zaten. Daha çok şeyin sahibi olmak, daha çok, daha da çok... Büyük, büsbüyük hayaller. Tuzlu su gibi; içtikçe susatır, susadıkça içersin ama susuzluğun asla geçmez.

On beş yılımı o köyde çobanlık ederek geçirdim. Sayısız koyun besledim, büyüttüm. Ağaç ektim; bağım, bahçem, ormanım oldu. Kendi elimle yaptığım malzeme ve aletler ile su kanalı, çeşme gibi yapılar inşa ettim. Arı baktım, kazlarım, tavuk ve hindilerim oldu. Dağın sırtını cennetten bir toprağa çevirdim. Muhtar ile dost olduk. Çekim yapmamak şartıyla ormanıma kabul ettiğim meraklı ziyaretçilerim de oldu olmasına ama tanıdığım hiç kimse beni bu süre zarfında ne aradı ne de sordu. Ben de ziyaretçilerimin hiç bir davetini kabul etmedim. Paraya asla el sürmedim ve bir kez olsun  şehre adımımı atmadım.

Ele geçirme arzusu mu keşfetme dürtüsü mü desem nedeni bilinmez ama sığındığım dünyanın parçası birileri tarafından videoya çekilip paylaşılmış. “Esrarengiz doğa adamı” diye anlatılan ben, epey merak uyandırmışım. Orman muhafaza memurları birgün jandarma ile beni alıp valinin huzuruna çıkardılar. Çevre bakanı bey, törenle beni ödüllendirmek istermiş. Geri çevirdim. Şaşırdılar ama ısrarın işe yaramayacağını ifade ettim. Bazı çevreci dernekler de şahsımı ağırlamak,  üyeleri huzurunda benim hayat hikayemi dinlemek istediler. Hepsine teşekkür ettim. Sirk hayvanı olmayı red ettiğimi söyledim. Beni gazetecilerden gizleyerek uğurladılar. Gazeteciler muhtarı bulup konuşturdular. Böylece çocuklarım, yıllardır kendilerine düzenli olarak para ulaştıran ismin muhtar olduğunu, muhtarın da babalarından bahsettiğini TV ekranlarından öğrenip peşime düştüler.

Gerçeğin, er geç ifşa olmak gibi bir huyu vardır ya. Öyle de oldu. Hikayem ortaya çıktı. Çocuklarımla yüzleştim. Farkında olmadan şehir yaşamının tüm sıkıntılarından uzak, inşa ettiğim rahat dünyada ahlak ve kurallara uymak zorunda hissetmeden yaşayıp beğenilme ve takdir edilme arzusundan kurtulmuştum. Nihayetinde burası da bana ait değildi ve bu nedenle onu sahiplenmeyecektim ama fazlaca tanınır oluşumdan ötürü göç etmem de mümkün gözükmüyordu. Kalmaya ve doğayı korumaya karar verdim. Çocuklarım, annelerini de alıp yanıma vardılar. Karşılaşma anı benim için pek sayılmaz ama onlar için tarifsiz bir an olmalıydı. Belli ki epey değişmiş olmalıydım. Uzun uzun, eski ahbaplar gibi sohbet ettik. Hasret giderdik. Muhakeme bitmişti.

Karşılıksız iyilik diye bir kavramın olmadığını biliyordum ama doğanın kendisine yapılan iyiliklere tüm insanlardan daha fazla karşılık verdiğini de öğrenmiş oldum. Roller değişmişti. Bu defa doğa bana kefil olmuştu. Borcumu ödemiş, hayattan alacağımı ziyadesiyle almıştım.

 

Paylaş