Gözlerimi açtığımda güneş henüz uğramamıştı. Yeni bir sabaha uyanma telaşı idi uykularımı alt üst eden. Aylardır istisnasız her gün gördüğüm rüyadan uyanışım, uykusuz bir bekleyiş hâline bürünüyordu. Bugün yine o rüya ile uyandım, her zamankinden farklı oluşu, saatin en erken vaktine denk gelmeseydi. Uyku tutturmayan bu rüyanın saati, hâli ile huzurumu da bozdu. Sabaha kadar yapabileceğim tek şey, düşünmek oldu. Uykularımda hezeyan ettiren, beni bu hâle getiren şey neydi? Neden her Allah’ın günü Bursa’yı rüyamda görüyordum anlayamıyordum. Üstelik bir tura çıkmış gibi her gün farklı bir mekânına uğruyordum. Çaresiz uyandığım yatağımdan, pencerenin kenarında duran berjere oturdum. Cam çerçevenin ardından dışarıyı izlerken, aslında kafamın içindeki düşüncelerle boğuşuyordum. Güneşin şavkı odanın içine sızmaya başladığı saatler düşüncelerimden biraz da olsa sıyrılıp kendime gelebildim. Öyle ki aklımdan geçen: “belki de bu şehir beni çağırıyordur“ suali ne yapsam da gitmiyordu düşüncelerimden. Uzun bir müddet bu suali düşünürken, cevabı birdenbire beliriverdi kafamda: “tabi ya bu şehir beni çağırıyordu, çağırmasa ne diye her gün rüyalarımdaydı“ her şey kafamda netleşmişti. Başka bir açıklaması olamazdı, bundan kesinlikle emindim artık. Bir an evvel harekete geçme düşüncesiyle yerimden fırladım. Kahverengi varaklı başlığı ile koca yatağın içinde tüy gibi uyuyan karımı uyandırmaya yeltendim. Onu ürkütmekten korktuğum için sakin bir ses tonuyla uyanmasını isteyip, dürtükledim. Uykusunun en güzel yerinde uyandırmış olmalıyım ki, bir süre uyanmamak için direndi. Nihayet uyanıp mahmur ve telaşlı gözlerle: “ne oldu“ diye soruverdi. Bütün bu olanlar çok ani geliştiğinden, önce ne diyeceğimi bilemedim. Kısa bir sessizlikten sonra, tekrar aynı soruyu yöneltince konuşmaya karar verdim. Fakat öyle ki, bu sefer de nereden başlayacağımı bilemiyordum. Karımı tanıyordum, belli ki vereceği cevaptan korkuyordum. Yine kısa bir sessizlik ve anlamsız bakışmaların üzerine, sitem etmenin zamanı gelmişti:
-Konuşsana be adam, sabahın bu kör saatinde uyandırıp ne diye konuşmuyorsun?
-Konuşacağım konuşmasına ama nereden başlayacağımı bilemiyorum.
-Bence artık bir yerlerden başla, zira uykumun en güzel yerinde uyandırılmamın nedenini öğrenmek istiyorum.
Karımın uykusundan uyandırıldığı vakit, huysuz ve aksi birine dönüştüğünü biliyordum. Kısa bir süre bunun pişmanlığını yaşayarak tekrar söze atıldım:
-Bursa’ya gitmek istiyorum
-A a bu saatte mi?
-Hayır, bu saatte değil fakat bugün uygun bir saatte.
-Ne işin var ayol senin orada, bu vakitte o nereden aklına geldi? Yoksa şu gördüğün rüyalardan ötürü mü?
-Evet canım, rüyalardan ötürü. Kaç zamandır aklımı kurcalayıp duruyor. Bugün karar verdim, bu şehir beni çağırıyor.
-Aaa şekerim sen kafayı yemişsin, dünyada olmaz. Bu yaşta tek başına ta oralara gitmene müsaade edemem.
-O hâlde sen de gel, beraber gitmiş oluruz.
-Torun ne olacak, ona kim bakacak?
-Onu hiç düşünmedim fakat belki bir hâl çaresini buluruz.
-Hiç sanmıyorum
-O zaman hiç kusura bakma hayatım, gitmeye kararlıyım.
Bunu söyledikten sonra suratında şaşırmış bir ifade vardı. Sanırım kocasını ilk defa bu kadar kararlı görüyordu. Hem de karısının sözünü dinlemeyecek kadar. Cevap vermemeyi tercih ederek sustu. Tekrar başını yastığa koyup arkasını döndü. Şimdi, tüy gibi uyuyan kadın yerine ağırlaşmış bir beden yatıyordu sanki. Yeniden düşüncelerimin ortasında çırpınırken, kaşıdığım çenemin etkisiymiş gibi aklıma geliverdi: “tabi ya bugün evlilik yıl dönümüzdü” hiçbir yıl dönümünü atlamadığım ve hiçbir yıl dönümünde ayrı olmadığımız gibi bugün de aynısını istiyordu. Fakat içimdeki Bursa’ya gitme fikrine, yıl dönümümüz dahi engel olamıyordu. Tabi, gitmeden önce mutlaka gönlünü yapmalıydım. Geceliğimi çıkarmadan, uyuyan karımı kendi ile baş başa bırakarak mutfağa geçtim. “Bir kuş sütü eksik” denecek kadar olmasa da, şöyle mükellef bir kahvaltı hazırladım. İşimi bitirip tekrar odaya döndüğümde, karımı ağlarken buldum. Yatağın kenarına ilişip neden ağladığını sordum:
-Bugün beni bırakıp nasıl gidersin dedi.
İllegal bir iş yapıyormuşum gibi olayı bu denli abartması biraz sinirlerimi bozsa da, belli etmedim. Ne de olsa kadınlar hassas varlıklardı. Yaradılışlarından ötürü müdür bilmem, bizim için o kadar da önemli olmayan meseleler, onlar için gözyaşı döktürecek kadar mühimdir. E bunu anlamak da bize düşmeli ki, kırılan kalplerine çare bulalım. Ellerini avuçlarımın içine alıp: “Bugünü unutmadığımı, sadece günün geri kalanında birlikte olamayacağımızı” söyledim. Yaptığım sürprizi göstermek için doğruca mutfağa götürdüm, kendi ellerimle hazırladığım kahvaltı masasını görünce, gözlerinde su damlacıkları beliriverdi. O an bir kez daha anladım ki: İşte bu kadar basitti o hassas kalpleri onarabilmek. Sandalyesini çekip masanın başköşesine oturttum ve minik radyomuzdan şarkımızı açtım. Hazırladığım sürpriz yanaklarındaki gamzelere yaramıştı. Uzunca bir sohbetten sonra, yeniden Bursa mevzunu açtım. Gözümdeki istekten ve jestimden olacak ki, çok fazla direnmeden ikna oldu. Hemen elime telefonu alıp küçük oğlumu aradım. Bugün için Bursa bileti ve orda kalacak bir pansiyon ayarlamasını rica ettim. Ne olduğunu sorsa da, sonra anlatırım diyerek geçiştirdim. Zira olanları anlatacak kadar vaktim yoktu. Sofradan kalkar kalkmaz karım küçük bir bavul hazırladı ve küçük bir vedalaşmanın ardından evden çıktım. Evin önüne çağırdığım taksiye binip havaalanın yolunu tuttum. Yol boyu aklımda olan tek şey Bursa idi. Öyle heyecanlıydım ki, kalbimi çıkarıp elime alsam bir atışta gökyüzüne uçacak gibiydi. Havaalanına ulaştığımda, bir anlık pişmanlık duygusu ilişti içime. Bir şeyler kesinleştiği vakit bu duygu olur hep bende. Bir rüya uğruna kalkıp ta Bursa’ya gitmek akıl kârı mıydı bilemiyordum. Ama bu kadar geldiysem, elbet vardır bir sebebi diye düşünerek kaldığım yerden devam ettim. Beni artık hiçbir şeyin durdurmasını istemiyordum. Elimi hızlı tutup bütün işlemlerimi bitirdikten sonra nihayet uçağa bindim. İşlerimi halletmemin ferahlığı ile rahat bir nefes aldım. İnsan bolluğunun yaşandığı toplu taşımalarda hâliyle çeşit çeşit tipler ve her birinin gideceği bir yerler oluyordu. Bunun yanında; çocuk sesleri, bebek ağlamaları, birbiriyle henüz tanışıp sohbet edenler, mecburi gülümseyen hostesler eşliğinde tam bir saat süren yolculuğumun ardından Bursa’ya ulaştım. Uzun zamandır yolculuk yapmadığımdan ötürü kalabalık ve gürültüyü pek yadırgadım. Bavulumun yanımda olmasından dolayı birçok insandan önce havaalanını terk ettim. Kapının önüne geldiğimde yolcu avına çıkmış taksicilerden bir tanesine el salladım, sıradaki ilk araca binip beni Koza Han’a götürmesini söyledim. Önceden zihnimde kararlaştırmıştım, en çok nereyi özlediysem ilk oraya gidecektim. İçimde en çok özlemini duyduğum yer Koza Han’dı. Yol boyu konuşan taksici sayesinde çabuk varmıştım. Hoş sohbetli taksiciye; parasını ödeyip selamet ettim, onun da beni Allah’a emanet etmesiyle vedalaştık. Sevgiliye kavuşan delikanlı heyecanı vardı kalbimde. Nasıl da özlemişim, kokusunu içime çektikçe geçmişin o tozlu yollarından tekrardan geçiyordum sanki. Han’ın heybetli kapısından girerken, kaç yüzyıl önce yapılmış bu Osmanlı mimarisinin hâlâ dimdik ayakta duruşu, beni bir kez daha şaşırttı. Kesme taş ve tuğlaların birleşimiyle oluşan Koza Han, şimdiki alışveriş merkezlerine taş çıkarır cinstendi. İçeriye adım attığım gibi ortada duran mescit, salonun ortasında ışıldayan bir gelin gibiydi. Etrafını sarmış çeşmelerden su değil de şifa akıyordu sanki. Bundan nasiplenmek isteyen insanlar, bu yaz sıcağında ne de güzel serinliyorlardı. Hele şu abdest alan ihtiyarlar, her bir su damlasını gururla vücutlarına sürüp tazeleniyorlardı. Etrafta türlü insan vardı, belli ki birçoğu turistti, bu güzelliklerden paylarına düşeni almaya gelmişlerdi. İpek kokulu dükkânların içleri tıklım tıklım alıcılarına açılmıştı. Gelen misafirlerini içtenlikle ağırlayan esnafların keyfi pek de yerindeydi. Ihlamur kokusu içinde kalmış masalardan boş bulduğuma oturdum. Güler yüzlü körpe delikanlıdan, şöyle güzel bir tavşankanı çay istedim. Zira, yorgunluğumu başkası alamazdı. Derdimin dermanını getiren delikanlıya, keyiften bir bahşiş verdim. Sıcak çayımın tazeliğini bozmadan yudumlarken birdenbire bir ses duydum. Sese doğru baktığımda; takım elbiseli, temiz yüzlü, özenle taranmış güneş sarısı saçlarıyla tam bir beyefendiyi andıran, 40-45 yaşlarında bir adam mescidin etrafında bağıra bağıra geziniyordu. Adamın feryatlarını sanki bir tek ben duyuyordum. Bir aralık derdini sormak için ayaklandım, bir başkasının adama doğru yöneldiğini görünce vazgeçip kalktığım yere tekrar oturdum. Gizleyemediğim merak duygusu gözlerimin yönünü değişmesine engel oluyordu, sabitlediğim gözlerimi bu iki adamdan ayıramıyordum. Akranı gibi görünen öteki adam, onu sakinleştirmeye çalışıyor, mescitten akan sularla yüzünü yıkayıp rahatlamasını sağlıyordu. Tek başına müdahale etmekte zorlandığını görünce yardım etmeye karar verdim. Yanlarına yaklaştığım iki adam beni görünce şöyle bir baktılar. Az önce ki bağıran, beni görüp çığlığı basınca ne yapacağımı bilmez hâlde geriye doğru çekildim. Ötekisi telaşlandığımı görünce:
-Korkama beyim, bir zararı yoktur. Ben şimdi onu iyi edeceğim dedi.
İçindeki merhamet duygusu sesine yansımıştı. Kalpleri ile konuşan insanları her zaman çok sevmişimdir. O an da bu adama, öyle kanım ısındı işte. Bu yüzden de, yanlarından ayrılmak istemedim. Adam sakinleşince ötekisi ayağa kalktı. Tüm bu yaşananları merak ettiğimden, sordum:
-Nesi var bu adamın?
-Uzun hikâye beyim
-Anlatırsan dinlerim, meraklandım doğrusu
Bunu dememle yıllardır anlatacak birini arıyormuş da kimse merak edip sormuyormuşçasına hemen kabul etti. Ayakta olmaz deyip masaya davet ettim. Ona nasıl hitap edeceğimi bilemediğimden, ismini sordum:
-İsmim Cavit beyim
-Ben de Orhan, memnun oldum Cavit.
Birbirimizle tanışmanın memnuniyeti bitince, şu genç delikanlıdan bir çay daha istedim. Gelen çayından güç kuvvet alıyormuşçasına yudum yudum içip anlatmaya başladı:
-Şimdi beyim, aha şurada gördüğün garibin babası zamanında çok meşhur bir meddahmış. Bilirsin şimdilerde pek nadirdir bu meddahlık işi. Ben de bu meddahlığa merak saldığımdan, vakit buldukça yaparım. Geçim sağlamam ama bir çeşit hobi olarak düşün. Bu yüzdendir ki, bunların hayatları dikkatimi çekmişti. Bu garip, yine bir gün böyle bağıra bağıra dolanıyordu ortalıkta, onu öyle görünce telaşlandım. E hâli ile meraklandım da, sorunca anlattı arkadaşlar, öyle üstünkörü anlattılar ama benim dikkatimi pek çekti, meddahlık işinden midir bilmem, çok meraklandım. Varıp yanına gidince kabul etmedi beni. Yine duydum ki: Öyle don paça giyinenleri istemezmiş, grand tuvalet gittin miydi yanaştırırmış yanına, yaşadıklarından ötürü derlermiş hekimler. Bunu duyunca daha bir meraklandım, çektim takım elbiseyi üstüme vardım gittim yanıma, şefkatle yaklaşınca sevdi beni garip. O günden sonra öyle de böyle de gitsem kabul ediyordu. Bir gün yine yanındaydım, birdenbire ceketinin cebinden eski bir defter çıkardı. Bu babamın anı defteridir dedi. Ben daha sormadan okuyabilirsin deyince açtım içini okumaya başladım. İzin verirsen bir meddah havasıyla anlatıvereyim.
Tamam deyip, anlatmasını istedim. Başladı anlatmaya:
İcra ettiği meddahlık işini çok seven Hasan Efendi, köy köy kasaba kasaba gezip o güzel hikâyelerini halkla buluştururmuş. Bu hikâyelerin içinde öyle bir hikâye varmış ki, nereye gitse en çok o sevilirmiş. Gel görelim ki bu hikâye, Hasan Efendi’ye ait bir hikâye değilmiş. Fakat her kim beğenirse ona, ben yazdım diye yalan söylermiş. Söylermiş söylemesine ama her söylediğinde vicdanın sızısından ölürmüş. Bu hikâyenin gerçek sahibi, ta gençlik yıllarından tanıdığı bir arkadaşına aitmiş. Üstelik arkadaşı ile ilgili tek hatırladığı şey, avucunun içinde koca siyah benmiş. Yıllardır bu gerçeği sadece kendi bilirmiş. Yalanı bir kere söylemiş, bir daha nasıl toparlayacağını bilemiyormuş. Bunun için her gece düşünüp üzülürmüş. Üstelik arkadaşının hakkına girdiği için de, mutsuzluğu bir iken bin olurmuş. Yine böyle bir gecenin sabahı, sıkıntıdan patlamak üzereyken, üstünü başını giyip çıkmış evden. Aman Allah’ım bir de ne görmüş, sanki bir zaman makinesindeymiş gibi o eski Bursa’nın içine düşüvermiş. Etraf doluymuş; fesli beyefendiler, entarili hanımefendiler, çarıklı çocuklar… Önce şaşırmış kalmış, sonra düşünmüş de aklına gelivermiş: “Öyle ya benim derdimin dermanı şimdilerde değil, eskilerde” Tabana kuvvet verip Koza Han’ın yolunu tutmuş. Han’ın önüne geldiğinde, koca koca Osmanlı Türkçesi ile: “Beylik Hân-ı Cedîd-i Âmire” yazıyormuş. Bu heybetli kapıdan içeri girmiş, o uzun uzun han yollarını geçtikten sonra avluya çıkmış. Avlunun ortasında ışık gibi parlayan mescidin etrafında; ceketlerini omuzlarına asmış, feslerini geriye itmiş, “Yarabbi şükür”diye diye abdest alan ticaret beylerini görüvermiş. Bir hoşuna gitmiş ki bu manzara, Hasan Efendi’nin yüzünde güller açtırmış. Han’a şöyle bir göz gezdirirken, bir kalabalık görüp meraklanmış. Varmış gitmiş o kalabalığın içine, bakmış ki kalabalığın ortasında heybetli bir adam. Merak edip beylerden birisine sormuş:
-Efendi kimdir bu adam?
-Yahu nasıl tanımazsın efendi
-Vallahi tanımıyorum
-Bu koca Han’ın mimarı, Abdülalî b. Puladşah’dır.
Bunu duyan Hasan Efendi, bir çocuk gibi heyecanlanıvermiş. Dalmış kalabalığın içine, iki eliyle yara yara Abdülalî’nin önüne dikilmiş. Ağzını doldura doldura derdini anlatmış. Abdülalî, Hasan Efendi’yi büyük bir ciddiyetle dinledikten sonra:
-“Helâllik dilemesin efendi” demiş. Bu cevap Hasan Efendi’yi pek memnun etmemiş, hayal kırıklığını da alıp, varmış gitmiş Hûdâvendigâr Camii’ne. Düşüncelerine dalmış yürürken, yolda Evliya Çelebi’yi görüvermiş. Şaşırmış kalmış, artık birilerine sormadan bu zatları şıp diye tanıyormuş. Ne yapacağını bilemezken, birdenbire kolundan tutup durdurmuş ve sormuş:
-Hayırdır efendim, siz buralarda ne arıyorsunuz?
-Bursa’nın keşfine geldim efendi, ne diye sorarsın demiş. Hasan Efendi, daha Evliya Çelebi’nin sualini cevaplamadan başlamış derdini anlatmaya. Onu dinleyen Çelebi’nin cevabı da Mimar Abdülalî gibi “helâllik dilemelisin efendi” olmuş. Daha büyük bir hayal kırıklığı yaşayan Hasan Efendi, kaldığı yerden devam etmiş. Varmış gitmiş Hüdâvendigâr Camii’ye. Yine bir kalabalık görmüş, amma bu sefer ki kalabalık başkaymış, kahkahalarla gülen bir sürü insan varmış, merak edip bakıvermiş. Bir de ne görsün, kalabalığın ortasında atışan Karagöz ile Hacivat. Öteki insanlar gibi, dikilmiş onların atışmalarını izlemiş. Aman bir gülüvermiş ki, o anda ne dert kalmış ne tasa. Kalabalık son bulup herkes dağıldığında, Hasan Efendi’de çaresiz ayrılıvermiş oradan. Tam buradan ayrılmadan, öyle birini görmüş ki ayakları yerden kesilip tir tir titreyivermiş. Bu gördüğü I.Murad’tan başkası değilmiş. Demişler ki: I.Murad yaptırdığı Hüdâvendigâr Camii’nin son hâlini şöyle bir gezmeye gelmiş. Hasan Efendi, caminin etrafında gezen I.Murad’ın yanına bir çırpıda koşup, el etek öpüp derdini anlatıvermiş. Ama ne çare, I. Murad’da tıpkı diğerleri gibi “helâllik dilemesin efendi” demiş. Eğilip teşekkür eden Hasan Efendi, I.Murad’ın da yanından ayrılıvermiş. Gelmişken caminin ilk hâllerini görmek isteyen Hasan Efendi, Bismillah deyip, son cemaat yerine ayak basıp camiden içeri girmiş. Osmanlı tarihinde bir ilk olan, camii ve medresenin birleşiminin bu ilk hâllerini hayranlık içerisinde uzun uzun seyretmiş. Gezisine son verip dışarı çıkmış ki ne görsün, Hüdâvendigâr’ın kanlı gömleğini taşıyan askerler. Bir kez daha şaşırıp kalmış, zamandan zamana zıplayıp duruyormuş. Tabana kuvvet verip bu sefer de Yıldırım Camii’nin yolunu tutmuş. Tam camiye varacakken “Dr. Osman Şevki Uludağ” ile karşılaşmış. Hasan Efendi şöyle bir oh çekip: Bu büyük sanatçıdır, derdime derman bulur demiş. Varıp gidip, anlatmış derdini bu büyük sanatçıya. Ne yazık, o da tıpkı diğerleri gibi “helâllik dilemesin efendi” demiş. Yine bir hayal kırıklığı ile yoluna kaldığı yerden devam etmiş. Kendi kendine: Demek ki: “Uludağ bu büyük sanatçıdan ismini almış” diye düşünürken Yıldırım Camii’ye gelivermiş. Osmanlı mimarisinin ilk hastanesiyle karşılaşan Hasan Efendi, ilim bilen insan derdime çare bulur deyip, paldur küldür girivermiş içeri. Onu karşılayan, o meşhur Molla Gürânî olmuş. Molla Gürânî, Hasan Efendi’yi telaşlı görünce:
-Ne oluyor böyle efendi demiş.
Hasan Efendi, telaş içinde mollaya derdini anlatmış. Farklı bir cevap beklerken “helâllik dilemelisin efendi” cümlesini bir kez daha duymuş. İnat etmiş bir kere, derdine derman bulacakmış. Sıradaki adresi, Yeşil Camii’ymiş. Tabana kuvvet verdiği yollardan geçerken, bir de bakmış ki o meşhur “Atıcılar” mahallesindeymiş. Osmanlı’nın atıcılık ve binicilik yapan yiğitleri, Hasan Efendi’ye bir at hediye etmişler. Buna çok sevinen Hasan Efendi, atın üstünde dörtnala vurup, bir çırpıda Yeşil Camii’ye gelivermiş. O güzel çinilerinden adını alan bu camii pek de güzel görünüyormuş. Caminin bânisi ve mütevaziliği ile bilinen Çelebi Sultan Mehmed’i gören Hasan Efendi, atını hızlı hızlı bağlayıp koşmuş Sultan Mehmed’in yanına. Anlatmış da anlatmış derdini, o da diğerleri gibi “helâllik dilemelisin efendi” diyivermiş. Buradan da derman bulamayan Hasan Efendi, atına binip Muradiye Camii’ne gitmiş. Bir bakmış ki, caminin bahçesinde II. Murad ve Şehzade Mustafa sohbet ediyor. Aman yine bir heyecan sarmış ki Hasan Efendi’yi, atını ağaca bağlarken eli ayağı birbirine dolaşmış. Desturla varmış yanlarına, anlatmaya başlamış derdini ama nafile. II. Murad’tan da aynı cevabı duymuş. Keder ve üzüntü içinde atına binip, Orhangazi Camii’ne gitmiş. İnşaat hâlindeki camiyi gözetleyen Orhan Bey’i görünce, son çare deyip varmış yanına. Yine anlatmış da anlatmış derdini. Ne yazık, yine “helâllik dilemelisin efendi” cümlesini duymuş. Hasan Efendi’nin dünyası başına yıkılmış. Arkadaşının izini bilmezmiş ki helâllik dilesin. Çaresizlikler içinde sürmüş atını Cumalıkızık’a. Bu güzel köye varan Hasan Efendi, oracıkta atını azat edivermiş. Köyün içinde sallana sallana Cin sokağa gitmiş, o daracık sokağın orta yerinde diz çöküp Allah’a dua etmiş. Hasan Efendi, duasının en ulvi yerinde bir ses duyuvermiş. Bir de bakmış, köy halkının insanları telaş içinde yanına doluşmuş. Belki yüz tane insanın buraya nasıl sığdığına hayret emiş. Meraklanarak sormuş:
-Hayırdır efendiler, siz neyden kaçtınız böyle? Efendilerden biri:
-Yunan askerlerinden beyim.
Tam o sırada bir bakmış ki, bu kalabalığı gören Yunan askerleri hayretler içinde geri geri kaçıvermiş. Hasan Efendi bu duruma çok gülmüş. Derdini bir defa da köylülere söylemek isteyen Hasan Efendi, başlamış anlatmaya. Son bir kez, hep bir ağızdan: “helâllik dilemelisin efendi” cümlesini duymuş.
-Ya işte beyim, Hasan Efendi’nin anı defterinde yazanlar bunlar. Böyle insanların ruhları hassas olur, ne inanç ne saygı ama! Görüyor musun ne hâle düşmüş. İşte bundan tam on yıl önce de, Cin sokakta Hasan Efendi’yi elinde bir defterle ölü hâlde bulmuşlar. Ondan geriye kalan da bu defter olmuş. Bu garibe de ne olduğu bilinmez, babasının ardında böylece kalakalmış. E kim bilir, dört duvar arasında ne yaşanmış.
Cavit, cümlelerini tamamlarken sağ elimle sol elimin avucundaki koca beni kapatıverdim. Hatırama geliyordu: gençlik yıllarında arkadaşıma anlattığım hikâye, heyecanla dinlemesi, avucumun içindeki bene hayret etmesi… Ben, bütün bunları düşünürken Cavit müsaade isteyip kalktı masadan. Kalbimdeki çarpıntıdan bir süre kıpırdayamadım. Bir an, meczup diye andıkları bu adamla göz göze geldim. Demek, rüyalarımın kahramanı olan bu adamın babası: Hasan Efendi’ydi. Benden alamadıkları helâllik yüzünden, bütün hayatları mahvolmuştu. Üstelik hakikat başkaydı: Gençliğimin deli dolu çağlarında, kimden duyduğumu hatırlayamadığım bu hikâyeyi, Hasan Efendi’ye ben anlatmıştım. Bunca yıldır, bu yalandan ötürü bir kere bile vicdan azabı duymamıştım. Hatta tüm bu olanları hatırlamıyordum bile. Aklımdaki bu düşünceler, gözlerimden akan yaşlara sebep oldu. Bıraksalar, oracıkta çocuk gibi ağlayacaktım. Hesabı ödedikten sonra, Hasan Efendi’nin oğluna doğru yürüdüm. Onu ürkütmemek için yavaş hareket ediyordum. Yanına vardığımda, korkarcasına elleriyle geriye doğru ittirdi beni. Hiçbir şey yapmadan, avucumdaki beni usulca gösterdim: “Babana hikâyeyi anlatan bendim” dedim. Bu söylediklerim karşısında, elleriyle kafasına vurup vurup gülmeye başladı. O anda seviniyor mu, üzülüyor mu anlam veremedim. Ani bir hareketle, boynuma sarılıp hüngür hüngür ağladı. Kollarıyla boynumu kenetleyen bu garibi, sakinleştirmek pek bir zor oldu. Uzun bir müddetten sonra sakinleşince, ayağa kalkıp gömleğimi çekiştirmeye başladı. Nereye gideceğimizi biliyordum; o yüzden ne soru sordum, ne de itiraz ettim. Tıpkı Hasan Efendi gibi tabanlarımıza kuvvet verip, Ahmet Paşa Mezarlığına doğru yol aldık. Yolumuzun üzerinde bize bir at veren olmadı fakat bir atın üzerindeymişçesine hızlı vardık. Çiçek bahçesinin bülbülü gibi duran Hasan Efendi’nin mezarlığı başında, diz çöktüm toprağa. Ben değil efendi, sen hakkını helâl et!