Ilık bir yaz günü, havada hafif bir esinti. Esintiyle gelen özgürlük hissi, suratıma hafifliğiyle bir tebessüm bırakıyor. Kokuşmuş kıyafetlerim içinde temiz ve hiç olmadığım kadar ferah hissediyorum. Sağ bacağıma çarpan bavulumla yürüyor ama koşuyorum, bavulumun ağırlığını hissetmiyorum bile. Güneş tepemde: Hey dostum bugün senin günün! diyor. Sonra bir an duruyorum. Siyah, paslı demir kapı, ucundaki dikenlerle korkunç bir şekilde bakıyor bana, bir an tiksinti geliyor, gözlerimi deviriyorum. Engel gibi oturuyor yüreğime, sağ taraftaki kulübeden bir asker çıkıyor. Uzunca boylu sarışın bir genç, bu engelden küçük bir özgürlük açıyor, minnetle teşekkür ediyor, gülümsüyorum. Sanki sonsuza kadar kilit vurmuş ağzı, ne bir kelime ediyor, ne de gülümsüyor. Aldırmıyorum, sağ ayağımı atıyorum önce, sonra sol. İşte o an ayaklarım, yerden bulutlara yükseliyor, özgürlüğünü eline almış bir boğa gibi gökyüzüne kafa tutuyorum. Şu Türk şairden hatırıma düşen dizeler, çınlıyor ağzımda:
Bu anda;
Ne düşmek dalgalara,
Bu anda;
Ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak,
Güneş ve
Ben...
Bahtiyarım…
Bu sefer bir meczup oluyorum. Eğilip toprağı öpüyorum, ağaçlarla konuşuyor, köpeklere bir selam çakıyorum. Çocuklar birbirini dürtüp kıkırdıyor, büyükler hayretle izliyor, sonra hepsi birbirine bakıp hep bir ağızdan gülüyor. Muhtemelen deli olduğumu düşünüyorlar. Bunların hiçbiri umurumda olmuyor, dünya başımda dönüyor. Az sonra yağmur yağmaya başlıyor, etraftaki insanlar korkunç bir şey görmüş gibi oradan oraya koşturuyorlar, ben ise ellerimi iki yana açıp, kaldırabildiğim kadar kaldırıyorum kollarımı, başım dik, gözlerim gökyüzünden gelen yağmurda, bir müddet öylece duruyorum. Tüm bedenim sırılsıklam oluyor, kıyafetlerimdeki kirler suyla akıp gidiyor, işte diyorum: Yağmur ağlıyor, evet sevinçten ağlıyor, bu esmer, gözleri kahverengi çocuk için, Francis için ağlıyor. Evren bile mutlu! Francis artık özgür diyorum, çığlık atarak. İnsanlar beni görmüyor, duymuyor sanki.
Hiç kimse bu anın tadını çıkarmıyor, kaldırımlar insan dolu, herkes ıslanmamak için binaların dibinden gitmeye çalışıyor, üstelik bunu itekleyerek yapıyorlar. Ah diyorum içimden, insanlar ne kadar da seviyorlar kendilerini. Siyah, seyrek saçlarımın arasından düşen yağmur damlaları burnumun ucundan geçip yere düşüyor, ben öylece ilerliyorum. Etraftan gelen yemek kokuları, midemdeki açlık hissini uyandırıyor. Sabahtan beri hiçbir şey yemediğim aklıma geliyor. İlk gördüğüm lokantaya oturuyorum, tekdüze olan bu lokantanın; tabelası, perdesi, masaları ve gördüğüm her şeyi kahverengi. Sanki bir lokanta değil, ağaç kütüğünün içine giriyorum. Camın kenarında, önceden hazırlanmış masaya oturuyorum. Güzel kızarmış bir tavuk, yanına da kırmızı şarap istiyorum, garson “hay hay efendim” diyerek başıyla onaylıyor. Aynı nezaketle koyuyor masama siparişlerimi, camdan aşağıya kayan yağmur damlalarını huzurla izleyerek, yemeğe başlıyorum. Midem uzun zamandır bu kadar keyiflenmemişti, hissediyorum. Karnımın tokluğuyla, kalkıyorum masadan, hesabımı ödüyorum, garsona verdiğim bahşişle ayrılıyorum lokantadan. Bir sigara yakıyorum, dumanını usulca üfürüyorum havaya. Yavaş yavaş kendime geliyorum, hayata geri dönüyorum. Rüya bitiyor, çevremdeki yağmurdan kaçan insanlar gibi oluyorum. Aklıma birden sevgilim, Darlene geliyor. Deli gibi özlediğimi fark ediyorum.
Aylardır görüş günüme gelmediğini ve hatta bir mektup bile yazmadığını hatırlıyorum. Hafızamda, en son mektubunda, evlerinden taşındıkları yazıyor fakat nerede olduğu yazmıyor. Emin olmak için çantamdan çıkarıyorum mektubu, belki bir adres yazmıştır diye, tekrar okumaya karar veriyorum. Tek adres bile bulamıyorum. Okuduğum satırlarda, babasının içkisinden bıktığı yazıyor. Bir isyan mektubu gibi geliyor, içim sızlıyor. Derin bir nefes alıyor, düşünüyorum. Nereye gideceğimi bilmiyor, elimdeki bavulla, aylak aylak geziyorum. Önümden bir taksi geçiyor, heyecanla elimi kaldırarak durduruyorum. Arka koltuğa oturuyorum, tedirginim, nereye gittiğimi bilmiyorum. Yolda milyonlarca araba, hepsi bir yere gidiyor. Benim gibi nereye gittiğini bilmeyenler var mı diye düşünüyorum, yok diyorum yine içimden. Herkes telaşlı... Yağmurdan kalan şimşekler çakıyor bir an, pencereye yansıyor ışıklar, hava bir açılıyor taksinin içi aydınlık, çok geçmeden kapanıyor, karanlık...
Böyle böyle yol geçiyor. Aklımda sevgilim Darlene, benim aksime sarışın, gözleri mavi, soluk pembe teni, üzerinde en sevdiğim mavi bluzuyla ışıl ışıl gözleri bana bakıyor, sevgilim diye eğiliyor kulağıma, usulca bırakıyor kafasını omzuma. Sarıyorum, sıkı sıkıya... Onunla geçirdiğim günler, hayalini kurduğumuz hayat, belli belirsiz canlanıyor gözümde. Pencerenin ardında gördüğüm evler bizim, kaldırımda yürüyen çiftler biz olabiliriz artık diyorum, sonra kalbim yerinden fırlıyor. Aklımda Darlene, gözlerim yollarda, dalgınım birdenbire pencerenin ardında birbirine bitişik dört tane ankesörlü telefon görüyorum, telaşla şoföre, dur diyorum. Ani bir frenle duruyor, başım öndeki koltuğa hızla çarpıyor. Korkuyorum, beni beklemesini istiyorum, şoför sinir ve şaşkınlık içinde “tamam” diyor. İniyorum arabadan, sertçe kapıyı kapattıktan sonra telefonlara doğru yöneliyorum. Telefonlardan üçü dolu, en uçta polis, yanı boş. Boş olanı birinin geleceği korkusuyla koşuyorum.
Diğer yanımda, kısa boylu, üstünde beyaz bir bluz, saçları uzun bir kadın. Derin derin konuşuyor biriyle, onun yanında yaşlı bir kadın, herkesin gideceği bir yer olduğu gibi konuşabileceği birileri de var diyorum içimden. Cebimi yokluyorum, son bir jetonum olmalıydı, buluyorum. Biraz düşündükten sonra ablamı aramaya karar veriyorum. Jetonu atıyor, numarayı çeviriyorum. Ahizeyi kulağıma yapıştırıyorum, karşıdan cevap beklerken yanımdaki genç kızın sesini duyuyorum. Evet anne diyor, liseden Darlene Quinn öldü diyor, içkici babası en sonunda onu öldürdü diyor. Ne! diye çığlık atıyorum, ahizeden “alo alo” diye sesler geliyor, elimdeki ahizeyi atıyorum aniden. Yanımdaki kızın omuzlarından tutup ne olduğunu soruyorum, kimden bahsettiğini, kimin öldüğünü, kimin öldürdüğünü... Öyle hızlı, öyle arka arkaya soru soruyorum ki, kız kaçırıyor soruları. Kimin öldüğünü soruyorum bağırarak.
Sesi titreye titreye söylüyor, tarif et diyorum, ediyor... O işte, sevdiğim kadın, ölmüş. Bulutların üzerindeyken çakılıyorum yere, başımda dönen dünya başıma yıkılıyor, polisin sesini ve belli belirsiz yüzünü görüyorum. “Bırak şu kadını hayvan” diye bağırıyor. Çekiyorum ellerimi, sıktığım parmaklarım gevşiyor, yığılıp kalıyorum kaldırımda. Şimdi ne özgürlük kalıyor ruhumda, ne umut.